bölümler |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Doksanlı yıllar ülkemizde doğa sporuyla ilgilenen insanların sayısındaki artışın belirgin biçimde görüldüğü yıllardı. Bu ilginin yaygınlaşması, beraberinde doğada mahsur kalma, kaybolma gibi çeşitli kazalarda artışı da gündeme getirdi.
1994 yılında Bolkarlar’da kaybolan iki dağcı için düzenlenen arama faaliyeti sırasında yöre insanlarının, Jandarma kuvvetlerinin, Dağcılık Federasyonu’ndan ve çeşitli bölgelerden gelen dağcıların ortaklaşa gösterdiği tüm iyi niyetli gayretlere rağmen bir takım aksilikler ve sorunlar yaşandı ve başarısızlıkla sonuçlanan bu faaliyet sonrasında bir grup dağcı arama kurtarma faaliyetinin en doğru ve verimli biçimde nasıl gerçekleştirilebileceğini düşünmeye ve araştırmaya başladı.
Ülkemizde giderek ihtiyacı daha fazla hissedilen arama kurtarma konusunda faaliyet gösterecek uzman bir ekibin gönüllülük prensibinden yola çıkarak bir dernek çatısı altında bir araya gelmesi fikri üzerindeki çalışmalar sürerken, 1995 yılı Aralık ayında Uludağ Keşiştepe'de yapılan bir arama kurtarma operasyonunda AKUT kendi adını ilk defa kullanarak yer aldı ve 1996 yılı başında da AKUT Arama Kurtarma Derneği resmen kuruldu.
AKUT, yasa gereği idari örgütlenmesini tüzüğünde belirttiği gibi yapmış iken, işlevi gereği, örgütlenmesini tüzüğüne uygun olarak daha zengin bir çerçeveye oturtmuş, bir yandan da arama kurtarma anında devreye girmek üzere operasyonel olarak farklı bir örgütlenme şeması çizmişti. Böylece, bir yandan demokratik bir sivil toplum örgütü örneği verilirken, operasyonel olarak da hiyerarşi üçgeni dar, disiplinli, acil durumlarda dar bir kadro ile çabuk karar alabilen bir örgütlenme yeğlenmişti.
Başlangıçta temel hedef, dağ ve diğer doğa koşullarında doğru ve etkin arama ve kurtarma faaliyetleri düzenlemekti.
1997 Ocak ayında deprem eğitimini, Haziran ayında ise ilk sel eğitimini almaya başlayan AKUT, böylece, talep edildiği takdirde doğal afetlerde de ilgili resmi kurumlara yardımcı olabilir hale geldi.
Doğal olarak, insan kaynakları açılımı da yalnız dağcılara değil, yaşamın her alanında varolan, bir beklenti ya da çıkar düşünmeksizin insan hayatı kurtarmak için çalışacak herkese yapıldı.
Birtakım arama kurtarma operasyonları, kadroları geliştiren eğitimler, organizasyon, tanıtım çalışmaları, ilgili kurum ve kuruluşlarla yapılan protokol ve anlaşmalar, sponsor araştırmaları ve ortalama 90 üyeyle, Haziran 1998 tarihinde Adana-Ceyhan depremine gelindi. Yaklaşık 20 kişilik AKUT ekibi, 28 kişinin enkaz altında kaldığı bir apartmanda sıra ile 5 gün çalıştı. 2 yaşamın kurtarılmasına katkı sağladı ve bu olay AKUT'u gazete manşetlerine taşıdı. 15 Ocak 1999 tarihli Bakanlar Kurulu kararıyla da AKUT “Kamu Yararına Çalışan Dernek” oldu.
Yine arama kurtarma operasyonları, yeni üyeler ve eğitimleri, yeniden örgütlenme, ilgili kurum ve kuruluşlar ile yapılan yeni protokol ve anlaşmalar, tanıtım, sponsor araştırmaları sürerken Marmara Depremi meydana geldi. 17 Ağustos 1999 tarihinde AKUT anında felaket bölgesine koştu. Yaklaşık 150 asil ve aday üye ile çalıştı. 1000'in üzerinde insanın çalışmasını organize etti. 200'ün üzerinde insanın göçük altından canlı çıkartılmasında görev aldı. Yurt içi ve yurt dışından gönderilen çok miktarda tıbbi malzeme ve diğer yardım malzemesinin felaketzedelere doğrudan veya Kızılay, Ordu ve Kriz Masaları ile koordineli olarak ulaştırılmasını sağladı.
Felaketin büyüklüğü, farklı yerlerde çalışmak ve deprem konusunda eğitimli insan sayısının çok üstünde insan istihdam etmekten kaynaklanan bazı eksikliklere karşın, önceden yaptığı hazırlıklar ve en önemlisi felaket anında insan hayatı kurtarmaya yönelik psikolojik olarak hazır olmanın verdiği güçle, AKUT başarılı ve inisiyatifli bir arama kurtarma örgütü örneği verdi.
17 Ağustos 1999 öncesinde ülkemizde doğal afetlerde arama kurtarma konusuna odaklanmış tek gönüllü dernek AKUT’tu. Ancak Marmara Depremini izleyen günlerde, yurdumuzun pek çok bölgesinde yüzlerce arama kurtarma grubu örgütlendi. Birçok ilimizde, ilçemizde özellikle afetlere yerel müdahale sağlamak amacıyla dernekler kuruldu. Ordumuzun ve kamu kuruluşlarının yeni yapılanmalarına ek olarak, pek çok büyük fabrikanın, firmanın bünyesinde ekipler kurarak onları malzeme, lojistik ve eğitim konularında destekleyerek yeniden yapılanmaya gittiğini, imkanları ölçüsünde yeni ekipler oluşturduğunu da düşünürsek, bu hareketin bir nevi ulusal seferberliğe dönüştüğünü, son derece olumlu adımların atıldığını söyleyebiliriz.
Sonuçta AKUT, bir çok sivil toplum örgütü ile kamu ve özel sektör kuruluşlarının bakış açılarını, arama kurtarmaya yaklaşımlarını değiştirdi. Yeni atılımların öncüsü oldu. Arama kurtarmanın yanında, felaket öncesi ve sonrası ile ilgili toplumun yoğun bilinçlenme taleplerini karşılayacak çalışmalar başladı. AKUT'a bir arama kurtarma derneği olarak öngördüğünden daha büyük bir misyon yüklendi ve dernek bütün Türkiye'de tanınan ve örnek gösterilen bir sivil toplum örgütü oldu. AKUT, TESEV’in 1999 yılında Marmara Depremi’nin ardından yaptığı kamuoyu araştırmasında halkımızın en çok güvendiği 1. kurum seçilmiştir. Aynı anket 2000 yılında yapıldığında AKUT Silahlı Kuvvetler’den sonra halkımızın en güvendiği 2. kurum olarak değerlendirildi. Toplumumuzun büyük bir kesimi sivil toplumun bu gönüllü çalışmasını yürekten desteklemektedir. Bu büyük harekette öncü rollerden birini üstlendiğimiz için gururluyuz.
Marmara Depreminin ardından gelen Yunanistan-Atina depremi ve orada AKUT olarak yapılan çalışma, onlarca yıldır çözülemeyen sorunların yaşandığı süreçte, uluslar arasında kardeşliğin ve barışın simgesi oldu. Zor günlerinde insanların dil, din, ırk, ulus farkı gözetmeksizin yanyana, omuz omuza çalışabildiğini gösterdi.
Yine 1999 yılında Tayvan, 2001 yılında Hindistan ve 2003 yılında İran depremlerindeki çalışmalarıyla AKUT uluslararası süreçte geldiği konumu daha da geliştirdi.
1999 yılından beri Birleşmiş Milletler şemsiyesi altında bulunan Arama Kurtarma Danışmanlık Grubu - INSARAG üyesi olan AKUT, tüm dünyada uluslararası standartlara uygun arama kurtarma ekipleri içinde deprem konusunda en deneyimli ve bilgili ekiplerden biri haline geldi.
Bu deprem felaketlerine ek olarak sel felaketinin yaşandığı Mozambik’e tıbbi destek birimi göndererek insani yardım çalışmalarına devam etti.
AKUT sadece Türkiye’de değil, yurt dışında da bilgi birikimi ve deneyimlerini paylaşmaya, zor durumda kalan insanlara fayda sağlayabileceği her yerde, imkanları elverdiği ölçüde operasyonlar düzenlemeye, faaliyet alanı ortak olan kurumlarla işbirliği içinde çalışmalarını yürütmeye devam edecektir.
Bugün AKUT yaklaşık 200 üyesi, bir o kadar da gönüllüsüyle, operasyonel gücünü harekete geçirecek uluslararası standartlarda teknik donanımıyla, ülkemizin ilk ve en önde gelen arama kurtarma grubudur. Bir yandan büyüyüp kendi insan kaynağını en verimli biçimde kullanmaya çalışırken, bir yandan da üzerine düşen sorumluluğun gereği olarak örnek projeleriyle toplumda bilinçli bireylerin artması için çaba göstermektedir. Ankara, Antalya, Bingöl, Bursa, İzmir, Kocaeli, Marmaris, Niğde ve Olimpos’ta yerleşik ekipleriyle ve İstanbul ekibiyle öncelikle bu illerimizde, olağanüstü durumlarda yurt içinde ve dışında görev alabileceği her yer ve zamanda misyonu doğrultusunda operasyonlar düzenlemeye, eğitim çalışmaları, tatbikatlar yapmaya, yerel ve uluslararası kurum ve kuruluşlarla işbirlikleri oluşturmaya, yurt içinde ve yurt dışında talep edilen her yerde bilgi ve deneyimlerini paylaşmaya hazırdır.
BU YAZI AKUT YÖNETİM KURULU BAŞKANI ALİ NASUH MAHRUKİ’NİN 6. KİTABI VATAN LAFLA DEĞİL EYLEMLE SEVİLİR’DEN ALINMIŞTIR. (2007)
NASUH MAHRUKİ’NİN KALEMİNDEN AKUT’UN ÖYKÜSÜ
Ülkemizde 90’lı yıllarla birlikte doğa sporlarına artan bir ilgi gözlemlenmeye başlandı. Özellikle üniversite kulüpleri son derece etkin bir şekilde dağcılık, mağaracılık, yamaç paraşütü, aletli dalış gibi sporların yayılmasında öncülük ettiler. 1992 yılında yaptığım Khan Tengri tırmanışı, arkasından 1994 yılında aldığım Kar Leoparı unvanı ve ertesi yıl 1995 yılında gerçekleştirdiğim Everest tırmanışı ve bu haberlerin sıklıkla medyada yer alması da, gençlerin özellikle dağcılık sporuna yöneliminin hızlanmasında etkili olmuştu. Daha önceden yapılmamış pek çok tırmanış gerçekleştirildi, Türkiye’nin doğal fırsatları yavaş yavaş güzelliklerini açmaya başladılar. Daha önceden hiç düşünülmeyen teknik zorlukları olan yeni rotalar tırmanılmaya başladı, pek çok mağaranın keşfi yapıldı, haritalandı, fotoğrafları çekildi, yeni dalış yerleri keşfedildi, yamaç paraşütü ile uçulabilecek yeni yerler bulundu, doğa sporlarındaki turizm potansiyelimiz ortaya çıkarıldı. Bu konular hakkında dergiler, makaleler yayınlar yapılmaya başlandı. Ülkenin aydınlık ve çağdaş vizyona sahip gençleri, ülkelerinin doğal güzelliklerini amatörce olmakla birlikte, bu kez işin içine bilimsel bir vizyon da katarak belgelemeye ve paylaşmaya başladı. Doğal olarak daha fazla sayıda genç insanın araziye çıkması, doğada birtakım etkinliklere katılması, beraberinde doğada mahsur kalma, yaralanma, kaybolma gibi çeşitli kazalarda artışı da gündeme getirdi. Bu olası gelişmeyi fark eden ve önlemini almayı düşünen ilk ekip de dağcıların kurduğu AKUT oldu.
1994 yılı Kasım ayında Bolkar Dağları’nda Yıldız Teknik Üniversitesi’nden iki dağcının kaybolduğu haberi bir bomba gibi dağcılık camiasının gündemine düşmüştü. Dönemin bütün deneyimli dağcıları Türkiye’nin dört bir tarafından gelerek kaybolan iki dağcı için seferber olmuştuk. İki ana grup halinde yüze yakın dağcının katıldığı, Jandarma’nın ve bölge insanının da yer aldığı, hatta askeri helikopterlerin de desteklediği toplam 14 gün süren detaylı bir arama çalışması yapıldı. Ancak ne yazık ki bütün iyi niyetli gayretlere ve onca emeğe rağmen birtakım aksilikler ve sorunlar yaşandı ve başarısızlıkla sonuçlanan bu faaliyet sonrasında aralarında benim de bulunduğum iki elin parmaklarını geçmeyecek kadar küçük bir grup dağcı arama kurtarma faaliyetlerinin en doğru ve verimli biçimde nasıl gerçekleştirilebileceğini düşünmeye ve araştırmaya başladı.
14 günlük yorucu ama sonuçsuz çabanın sonunda küçük bir dağcı grubu biraraya gelmiş ve şu iki temel öngörüde bulunmuştuk; birincisi, Türkiye’de artık daha fazla sayıda genç doğaya çıkmaya başladı, bunun sonucunda önümüzdeki süreçlerde daha fazla sayıda kaza yaşanacak. İkincisi de, bir dağcı bir dağda kaza geçirirse, ona sadece diğer dağcılar yardım edebilir. Bu iki öngörüye bağlı gelecekte artma olasılığı bulunan sorunlarımız olacağı düşüncesi, doğal olarak çözümünü de beraberinde getirdi; örgütlenmek...
Ateş düştüğü yeri yakar. Bu arkadaşlarımızın acısını, ailelerinden sonra en yoğun şekilde, onların acı sonunu kendileriyle özdeşleştirebilen dağcılar yaşadı. Başka acılar olmasın diye, daha doğrusu olası acıları azaltmak için biraraya gelmeye ve örgütlenmeye karar verdiler.
AKUT bir sezgidir, bir öngörüdür, bir ders çıkartmadır, geleceği bugünden hissetmektir...
Bir musibet bin nasihatten iyidir derler. İki genç kardeşimizin kaybı, bizim üzerimizde bu etkiyi yaptı ve gözümüzü açtı, ufkun ötesini görmemizi sağladı. Türk dağcılarının bir bölümünün 1994 yılında yaşadığı aydınlanmayı, Türk toplumunun içselleştirebilmesi için, yüzyılın en büyük doğal afetlerinden biri olan Gölcük Depremi’nin yaşanması ve neredeyse 18.000 vatandaşımızın ölmesi gerekecekti. Ama bu bile uzun sürmedi ve planlı, bilinçli kirli bilgi çalışmalarıyla bu kuvvetli çıkış bile yok edildi. İlerleyen bölümlerde ne demek istediğimi daha açık olarak anlatacağım.
Dağcıların şöyle bir özelliği vardı o yıllarda. Hemen tamamı ya üniversite öğrencisiydi, ya da üniversite mezunu. Dağcılığın yanı sıra tiyatro, edebiyat, felsefe, sanat, fotoğraf ve benzeri ilgi alanlarına da sahiptiler. Bu da onları son derece aydın, nitelikli ve sorumluluk duygusu gelişmiş insanlar yapardı. O günlerin aktif dağcı ve doğa sporcusu kuşaklarının içinde bu yönleri kuvvetli çok insan vardı. Hayatımın en şanslı fırsatlarından biri; üniversite eğitimim için Ankara’ya gittiğimde, daha 20 yaşında toy ama son derece atılgan bir delikanlıyken, benden yaşça ve deneyimce büyük, hem doğa sporu hem de tiyatro, edebiyat, şiir, felsefe gibi konularla da ilgilenen son derece nitelikli bir grubun içine girmiş olmamdı. O günleri ve o insanları her zaman büyük bir minnetle anarım. Dağlara, doğaya gitmek için sürekli ülkenin dört bir yanını dolaştığımız için, ülke içinde farklı coğrafyalara sıklıkla seyahat eden ve buralardaki eksikleri, sıkıntıları, farklılıkları gözlemleyen ve bunlar için üzülen, endişe eden ve bir şeyler yapılması gerektiğini düşünen insanlardık.
Başlangıçta AKUT’un en büyük gücü, hemen hepsi üniversite mezunu veya öğrencisi olan sporcu disiplinine sahip, dinamik, eğitimli, kültürlü, takım çalışmasına yatkın, doğa koşullarında kendi başının çaresine bakmayı bilen, liderlik vasıfları olan ve geleneksel Türk fedakârlığının en has şeklini ruhunda taşıyan aydın gençlerdi. O günlerin heyecanı, içimizdeki coşku, eksikliğini gördüğümüz bir konuda ülkemiz için birlikte bir şeyler yapabilme düşüncesi bizleri bir çatı altında bir araya getirdi. İlk zamanlar vakıf mı dernek mi kuralım diye çok tartıştık ama vakıf kurmak için gerekli maddi imkânlar yoktu elimizde. O nedenle dernekte karar kıldık ve kolları sıvadık. Ülkemizde giderek ihtiyacı daha fazla hissedilen arama kurtarma konusunda faaliyet gösterecek uzman bir ekibin gönüllülük prensibinden yola çıkarak bir dernek çatısı altında bir araya gelme çalışmaları sürerken, 1995 yılı Aralık ayında Uludağ Keşiştepe’de yapılan bir arama kurtarma operasyonunda ilk defa AKUT adını kullanarak yer aldık. 1996 yılını yaşarken üye sayısını 20’ye yükselttik ve 14 Mart’ta da AKUT Arama Kurtarma Derneği’ni resmen kurduk. Nur topu gibi, gürbüz, sağlıklı ve geleceğe umutla bakan bir bebeğimiz olmuştu. Onu o kadar çok sevdik ve benimsedik ki, ilerleyen yıllarda hayatımızın birinci önceliğini hep AKUT oluşturacaktı.
AKUT, bizim koşulsuz vatan ve insan sevgimizdi...
Kuruluşumuzda bile görev tanımımızı sadece dağ ve doğa sporları ile sınırlandırmadık. Madem kendi başının çaresine bakabilen bir ekibiz ve ilk yardım, arama ve kurtarma gibi eğitimlerimiz var; ihtiyaç halinde deprem, sel gibi doğal afetlerde de gider gönüllü olarak çalışırız dedik. AKUT’un bu dönemde attığı en önemli adım da bu olmuştu. Tüzüğümüzde de belirttiğimiz gibi, yalnızca dağda değil, tüm doğa sporlarında ve ihtiyaç duyulduğu taktirde deprem, sel gibi doğal afetlerde de arama kurtarma yapmayı hedeflemiştik. Çünkü arama-kurtarma konusunda bilgimizi ve kültürümüzü artırmaya çalışırken, coğrafi olarak bakıldığında ülkemizin % 92’sinin, nüfus olarak bakıldığında ise % 98’inin deprem riski ile iç içe yaşadığını öğrenmiştik. Sorumluluk ve ilgi alanımız yalnızca çok sevdiğimiz dağlar değil, bir anda bütün Türkiye ve bütün Türk halkı oldu. Gün gelecek imkânlarımız ölçüsünde bütün dünya ve bütün dünya halkları da olacaktı.
Yaptığımız gönüllü kurtarmalarla yavaş yavaş adımız da duyulmaya başlandı. (Ek: 9) AKUT’u kurarken elbette ki 17 Ağustos Depremi gibi bir afeti öngörmemiştik ama karşılaştığımız sıkıntı ne olursa olsun; ülkemizin ihtiyacı olursa, gider elimizden geleni yaparız diye düşünmüştük. Ancak daha sonra, Sevgili İskender’in (IĞDIR) Kandilli Rasathanesi’nde ayarladığı seminerde; Prof. Dr. Ahmet Mete Işıkara bize, İstanbul’da beklenen depremden bahsetmiş, büyük bir depreme hazır olmamız gerektiğini söylemiş ve çalışmalarımızı hızlandırmamızı istemişti. Türkiye’nin genelinin aksine, biz Işıkara hocayı çok ciddiye almıştık. Bu uyarı bizi hem sarsmış hem korkutmuştu. Bunun üzerine çalışmalarımızı hızlandırdık, deprem ve enkaz konularına daha büyük bir ciddiyetle eğilmeye başladık. Çevremize de bu konuda daha 1998 yılında uyarılarımızı yapmaya başlamıştık. O günlerde de bugün olduğu gibi sıklıkla okullara seminerlere gidiyorduk. 18 Aralık 1998 tarihinde bölgesel bir gazete olan Yenilikçi Vitrin gazetesinde; Yavuz Selim İlköğretim Okulu’nda öğrencilere verdiğim seminerle ilgili çıkan haberde şunları söylemiştim; “İstanbul’da 7 şiddetinde bir deprem bekliyoruz. Ne zaman olacağını bilemiyoruz. Ancak böyle bir deprem olacağı yapılan araştırmalarımız sonucunda kesinleşmiş durumdadır. Bundan sonra hasarı en az kayıpla kapatmak için çok acil tedbirler almamız gerekiyor. Çalışmalarımız yetkilileri bu konuda bilgilendirmek yönündedir.” (Ek: 10)
Bu haberden sonra Yavuz Selim İlköğretim Okulu müdürünün, halkı korkutmak, paniğe sevketmek gibi bir gerekçeyle ifadesi alındı. Gelecekteki olası bir tehlikeye karşı halkımızı uyarmak ve gerçekleri savunmak, statükocu bazı dar görüşlüler tarafından halkı korkutmak olarak anlaşıldığı için biz ne önlem almayı, ne koruma kültürünü, ne risk yönetimini, bunca yaşanan acıya ve sıkıntıya rağmen bugün bile doğru dürüst yapamıyoruz. 1998 yılında bu tür acı gerçekleri dile getirenleri sıkıştırmak sıradan bir olaydı.
AKUT’un misyon cümlesi şudur;
“Dağ ve doğa koşullarında meydana gelen kaybolma ve kaza olaylarında, deprem, sel gibi doğal afetlerde ve büyük kazalarda, tamamen gönüllü olarak, amatör bir çalışma ve profesyonel bir yaklaşım ile, başı dertte olan kişilere en kısa sürede ulaşmak, yardım için gereken en uygun koşulları yaratmak, doğru arama ve kurtarma çalışması yaparak, kazazedelere temel ilkyardım desteğini sağladıktan sonra emniyetli ortam koşullarına nakillerini sağlamak ve bu tür olaylarda can kaybını en aza indirmek ve arama kurtarma konularında toplumu bilgilendirmek derneğimizin temel amacıdır.”
AKUT’un bu misyonunu yerine getirirken uyacağını taahhüt ettiği değerleri de şunlardır;
Gönüllülük
Karşılıksız Yardımseverlik
İnsan Hayatına Değer Vermek
Dürüstlük
Güvenilirlik
Bugüne dek yaptığımız her şeyin özü yukarıdaki paragrafta ve değerlerde gizlidir. Bunlardan en küçük bir sapmaya bile bugüne dek hiçbir zaman izin vermedik ve vermeyeceğiz.
AKUT, bizim bu vatana borcumuzdur...
AKUT’un idari yapılanmasını 5 kişilik bir Yönetim Kurulu üzerine inşa ettik ama kararlarımızı her zaman 22 kişiden oluşan bir karar grubu ile aldık. Ne zamanki büyük deprem yaşandı dernek büyümeye başladı, o zaman idari yapımızı da ona göre yeniden yapılandırdık. Bir yandan da arama kurtarma anında devreye girmek üzere operasyonel olarak daha farklı, hiyerarşi üçgeni dar, yetki ve sorumlulukların net olarak tanımlandığı disiplinli, acil durumlarda dar bir kadro ile çabuk karar alabilen ve aldığı kararları çabuk uygulayabilen bir örgütlenme biçimi tercih ettik. Bunun da ilerleyen süreçte çok faydasını gördük. Her zaman nitelikli insanlara yetki ve sorumluluk verdik. Bugün bile AKUT’un en büyük gücü o günlerden kalan bu anlayıştır. Bu konuda en büyük avantajımız, kişisel inisiyatif kullanma konusunda cesur ve kararlı, sorumluluk almaktan çekinmeyen ve riske girmekten korkmayan takım liderlerine sahip olmamızdı. Dağcılığın bize kazandırdığı takım çalışması, kontrollü riske girme ve inisiyatif kullanma yeteneği, arama-kurtarma gibi son derece kritik karar mekanizmalarının tereddütsüz ve çok hızlı devreye sokulup, alınan kararların sonuna kadar takipçiliğinin yapılması, değişen koşullara süratle ayak uydurulması gereken bir ortamda başarı grafiğimizi hızla yükseltmişti.
Lider odaklı kurum olmayı ve liderlik mekanizmasını her zaman büyük bir verimlilikle kullandık. Her zaman insana inandık, insana yatırım yaptık ve sadece nitelikli, sorumluluk duygusu gelişmiş, empati yapabilen, çalışkan insanları aramıza aldık. Bu kitabın altıncı bölümünde AKUT gönüllülerinin kendi ağızlarından neden burada olduklarıyla ilgili duygu ve düşüncelerini sizlerle paylaşacağım. O zaman ne demek istediğimi daha iyi anlayacağınızı düşünüyorum.
AKUT, aydınlanma sürecimizin başlangıcıdır...
Türkiye’de kimse depremden bahsetmezken, biz 1997 yılı Ocak ayında ilk deprem eğitimimizi almıştık, Haziran ayında ise ilk sel eğitimimize başlamıştık. 1998 yılında Eyüp Belediyesi’nin yıkım kararı aldığı bir binanın içine belirli yerlere plastik mankenler, ev eşyaları ve okul sıraları yerleştirip, ondan sonra yıkılmasını sağlamış ve enkaz altında insanlar nerelerde sağ kalabiliyorlar ve enkaza nasıl müdahale ediliyor konularında çalışmalar yapmıştık. AKUT böylece, gerektiğinde doğal afetlerde de ilgili resmi kurumlara yardımcı olabilir hale gelmişti.
Kuruluşumuzdan hemen sonra insan kaynakları açılımımızı da yalnız dağcılara değil, AKUT’un tüzüğünü kabul eden ve bir beklenti ya da çıkar düşünmeksizin insan hayatı kurtarmak için çalışmak isteyen herkese yapmıştık. Yine de disiplinleri, ataklıkları, sağduyulu karar alabilme yetenekleri ve riskli sporlarla uğraşan insanlara özgü liderlik ve kritik süreçlerde karar verebilme becerileriyle, dağcıların görevi daha uzun yıllar AKUT’un lokomotifi olarak devam edecekti.
Katıldığımız arama ve kurtarma operasyonları, gönüllülerimizi geliştiren eğitimler, organizasyon ve tanıtım çalışmaları, ilgili kurum ve kuruluşlarla yapılan protokol ve anlaşmalar, sponsor araştırmaları sürerken, yaklaşık 90 üyeyle, Haziran 1998 tarihinde Adana-Ceyhan Depremi’ni yaşadık. 14 kişilik AKUT ekibi, 28 kişinin enkaz altında kaldığı bir apartmanda sıra ile 5 gün çalıştı. 2 yaşamın kurtarılmasını sağladı ve bu olay AKUT’u gazete manşetlerine taşıdı. Başardığımız işten ve kurtardığımız canlardan çok ama çok büyük bir gurur duymuştuk. Onca emeğin karşılığını enkazın altından kurtardığımız iki canla almıştık. Onca eğitimin, emeğin karşılığını enkazın altından kurtardığımız iki canla almıştık. (Ek: 11)
Çok ama çok mutluyduk...
O günlerdeki duygularımı “AKUT gerçekte ne ifade ediyor” başlıklı makalemde şöyle dile getirmiştim;
“1996 yılında, dağcı arkadaşlar biraraya gelerek, AKUT’u, Arama Kurtarma Derneğini kurduk. Üç yıl boyunca, pek çok dağ kazasında, kaybolma olayında, sellerde, depremlerde tamamen gönüllülük ilkesiyle çalışan ekibimizle, zor durumdaki insanlara yardıma çalıştık, bazılarının hayatını kurtardık.
Başkalarının hayatı için kendi sağlığını ve hayatını hiçbir karşılık beklemeden tehlikeye atan bir grup gencin bu özverili çabaları, kısa sürede, birkaç kişinin hayatını kurtarmaktan çok daha öte bir sonuca ulaştı. İnsanlara; böyle bir hareketin ne kadar önemli ve değerli olduğunu ve aslında hepimizin bu toprakları hatta bu dünyayı paylaştığımız diğer insanlara, daha da geniş görebilirsek bütün canlılara karşı bir sorumluluk taşıdığını, taşıması gerektiğini gösterdi.
Büyük Çinli bilge Konfiçyüs, dostluk-sevgi anlamına gelen, “jen” diye tanımladığı ve insanın en önemli iki erdeminden biri olarak gördüğü kavramla, “insanın insana iyilikçi ilgisinden” bahseder. Ancak bu ilgiyi, bu sorumluluğu hissedersek ve gereklerini yerine getirebilirsek, önce yakın çevremizde ve kendi toplumumuzda, sonra da bütün insanlık içinde, sevgi ve kardeşlik bağlarını güçlendirebiliriz. Böylece, kendimizden sonraki kuşakların daha sağlıklı, daha huzurlu, daha mutlu olmasını sağlayabilir ve insanlığın daha ileriye gitmesine yardımcı olabiliriz.
Shakespeare bir eserinde, dünyayı oyuncuların sürekli girip çıktığı bir sahneye benzetmiş. Bu sahnede ne kadar aktif bir rol oynayacağınızın seçimi tamamen size kalmış. Bakanlardan mı, yoksa yapanlardan mı olacaksınız? Bütün farklılık bu çok önemli seçimde gizlidir.
Çoğunuz bilirsiniz, ünlü bir yazarın Meksika kıyılarında tatil yaparken başından geçen olayı. Yazar her sabah kaldığı yerin balkonundan, kıyıda koşup duran ve dans eder gibi hareketler yapan genç adamı izler ve ne yaptığını merak eder. Bir sabah onunla konuşmak için yanına gider. Genç adam, suların çekilmesinden dolayı kumda kalan on binlerce denizyıldızının arasında kumsal boyunca koşmakta ve onları denize atmaktadır. Yazar bu garip çabaya şaşırır, çünkü okyanus kumsalı çok uzundur ve kumda kalan denizyıldızları sayısızdır. Genç adama boşuna uğraştığını, hiçbir şeyi değiştiremeyeceğini söyler. Bunun üzerine genç, eğilir ve kumdan aldığı bir deniz yıldızını okyanusa geri atar ve “Onun için değiştirdim” der.
1932 Erzincan depreminde, otuz iki bin dokuz yüz atmış iki kişi öldü. PKK bugüne dek otuz bin kişiyi katletti. Türkiye’de geçen yıl dört bin sekiz yüz elli iki kişi trafik kazalarında can verdi. İstanbul’da geçtiğimiz yıl çıkan yangınlarda atmış iki kişi hayatını kaybetti. AKUT ve Sivil Savunma Birlikleri, Ceyhan’da iki kişinin hayatını kurtardı.
İnsan hayatının bu kadar ucuz olduğu ülkemizde, Sercan’ı ve Hatice öğretmeni büyük bir enkazın altından, ölümün kucağından çekip aldık. Ülkemizde binlerle ölçülen ölümlerin yanında, iki can nedir ki?
İki can çok şeydir dostlar. İki can, insanın insana karşı en büyük sorumluluğudur. İki can, bireylerin isterlerse neler yapabileceklerinin bir göstergesidir. İki can, insanın isterse en umutsuz anda bile her şeyi değiştirebileceğinin kanıtıdır. Bizim, kumsaldaki bütün deniz yıldızlarını kurtarmak gibi bir ütopyamız yok. Biz de her şeyi değiştiremeyeceğimizi çok iyi biliyoruz ama Ceyhan’da iki küçük deniz yıldızı için değiştirdik.
Haydi dostlar, bizi bekleyen daha çok deniz yıldızı var kumsalda, hepsine yetişemeyiz ama, hiç değilse bir avucunu daha denize geri atalım.”
Adana-Ceyhan Depremi’ndeki başarılı ve özverili çalışmalarımız sonucunda rahmetli Başbakanımız Bülent Ecevit’in de destekleriyle 15 Ocak 1999 tarihli Bakanlar Kurulu kararıyla; AKUT, “Kamu Yararına Çalışan Dernek” oldu, (Ek: 12) ki bugün bile hâlâ arama kurtarma konularında bu statüye getirilmiş tek sivil toplum kuruluşu AKUT’tur.
Çeşitli arama ve kurtarma operasyonları, yeni gönüllülerin alımı ve eğitimleri, yeniden yapılanma, ilgili kurum ve kuruluşlar ile yapılan yeni protokol ve anlaşmalar, tanıtım faaliyetleri, sponsor araştırmaları sürerken bir gece sabaha karşı Gölcük Depremi meydana geldi. Anında felaket bölgesine koştuk. Yaklaşık 150 gönüllümüzle canla başla çalıştık. Türkiye’nin dört bir yanından gelen 1.000’in üzerinde gönüllü insanın çalışmasını organize ettik. 220 vatandaşımızın enkaz altından canlı çıkartılmasında görev aldık, sayısız cenazeyi ailelerine teslim ettik. Yurt içi ve yurt dışından gönderilen çok miktarda tıbbi malzeme ve diğer yardım malzemelerinin felaketzedelere doğrudan veya Kızılay, Türk Silahlı Kuvvetleri ve Kriz Masaları ile koordineli olarak ulaştırılmasını sağladık.
Yaşanan felaketin büyüklüğü, çok geniş bir coğrafyanın ve büyük bir nüfusun etkilenmiş olması ve bu ölçekte bir depreme karşı enkaz arama ve kurtarma konularında çok çok az eğitimli insan olması, ki bütün Türkiye’de 110 kişi Sivil Savunma’dan, 100 kişi kadar da bizden vardı ve başka birçok yetersizlik nedeniyle, yaşanan sıkıntılar da o ölçüde büyüdü. Bütün bunlara rağmen, önceden yaptığı hazırlıklar ve en önemlisi felaket anında, o sürecin bütün korkunçluğuna ve acılarına rağmen insan hayatı kurtarmaya yönelik psikolojik olarak hazır olmanın verdiği güçle, AKUT başarılı ve inisiyatifli bir arama kurtarma örgütü örneği verdi. Kendi ölçeğinin çok üzerinde bir iş çıkardı, hatta hiç deneyimi olmamasına rağmen yardım dağıtımı çalışmalarını da Değirmendere’de kurduğu kamptan, burayı Donanma Komutanlığı yetkililerine teslim edinceye dek başarıyla koordine etti.
Biz o kadar işi o günlerde nasıl becerdik, hâlâ şaşarım... (Ek: 13)
17 Ağustos 1999 öncesinde ülkemizde doğada meydana gelen kazalar ve doğal afetlerde arama kurtarma konusuna odaklanmış tek gönüllü ekip AKUT’tu. Ancak Gölcük Depremi’ni izleyen günlerde, yurdumuzun pek çok bölgesinde yüzlerce arama kurtarma grubu örgütlendi. Birçok ilimizde, ilçemizde özellikle afetlere yerel müdahale sağlamak amacıyla dernekler, mahalli ekipler kuruldu. Silahlı Kuvvetlerin ve kamu kuruluşlarının bu konudaki yeniden yapılanmalarına ek olarak, pek çok büyük fabrikanın, firmanın bünyesinde de benzeri şekilde ekipler oluşturuldu. Bütün Türkiye, depreme hazırlık konularında arama kurtarma, malzeme, lojistik ve eğitim konularında büyük çalışmalar gerçekleştirdi. Öyle ki, Türkiye’deki bütün kurumların AKUT’u örnek aldığı bu hareket bir nevi ulusal seferberliğe dönüştü ve başlangıçta son derece olumlu adımlar atıldı. (Ek: 14)
Sonuçta AKUT, Türkiye’de köklü bir paradigma, zihin haritası değişiminin öncüsü oldu. Birçok sivil toplum örgütü ile kamu ve özel sektör kuruluşlarının bakış açılarını, arama kurtarmaya yaklaşımlarını değiştirdi ve afet zararlarının azaltılması konularında da önlem alma, hazırlıklı olma ve korunma kültürü anlayışını gündeme getirdi. Arama kurtarmanın yanında, felaket öncesi ve sonrası ile ilgili toplumun yoğun bilinçlenme taleplerini karşılayacak çalışmalar başlattı. Yaşanan acının büyüklüğü ve AKUT’un gösterdiği, o güne dek sivil hayatta bu ölçekte bir eşi daha pek görülmemiş disiplini, ciddiyeti, bilimselliği ve özverisi ve en önemlisi bütün bunların karşılıksız yapılması, AKUT’a bir arama kurtarma derneği olarak öngördüğünden daha büyük bir misyon yükledi ve dernek bütün Türkiye’de tanınan ve örnek gösterilen bir sivil toplum örgütü oldu, birçok ödüle layık görüldü. (Ek: 15)
AKUT; TESEV’in 1999 yılında Gölcük Depremi’nin ardından yaptığı kamuoyu araştırmasında; o günlerin duygularının ağırlığı nedeniyle halkımızın en çok güvendiği 1. kurum seçildi. Aynı anket 2000 yılında yapıldığında AKUT, Silahlı Kuvvetler’den sonra halkımızın en güvendiği 2. kurum olarak değerlendirildi. Toplumumuzun hemen tamamı, sivil toplumun bu gönüllü çalışmasını yürekten destekledi ve onurlandırdı. Milletimizin bize bu kadar yüksek bir güven duygusu ile sahip çıkması hayatımızın en büyük onurunu yaşattı bize.
Gölcük Depremi’nin ardından gelen Yunanistan-Atina depremi ve bize onların yardım etmesi, onlara da bizim yardıma gitmemiz, onlarca yıldır çözülemeyen sorunların yaşandığı süreçte, uluslar arasında kardeşliğin ve barışın simgesi oldu. Zor günlerinde insanların dil, din, ırk, ulus farkı gözetmeksizin yan yana, omuz omuza çalışabildiğini gösterdi. Yunanistan Cumhurbaşkanı Kostis Stefanopoulos’un AKUT ekibini resmi olarak kabul edip teşekkür etmesi, gazete manşetlerinden günlerce inmedi.
AKUT Atina Depremi’nin ardından yine 1999 yılında Tayvan, 2001 yılında Hindistan, 2003 yılında İran ve 2005 yılında Pakistan depremlerindeki arama-kurtarma ve 2000 yılında Mozambik selindeki tıbbi destek çalışmalarıyla uluslararası süreçte geldiği konumu daha da geliştirdi.
1999 yılında Birleşmiş Milletler şemsiyesi altında bulunan Arama Kurtarma Danışmanlık Grubu - INSARAG’a kabul edilen AKUT, tüm dünyada uluslararası standartlara uygun arama kurtarma ekipleri içinde, sıradışı çalışkanlığı ile enkaz arama kurtarma konusunda en deneyimli ve bilgili ekiplerden biri haline geldi. AKUT INSARAG ağı içerisinde, Avrupa - Afrika Bölümü’nde yer almakta olup, zaman zaman INSARAG’ın düzenlediği toplantı ve çalışmalara katılmaktadır.
AKUT, Kasım 2003 tarihlerinde Kore’nin başkenti Seul’de ve Mart 2007’de Hindistan’ın Yeni Delhi kentinde düzenlenen INSARAG Team Leader toplantılarına ve UN OCHA - INSARAG tüzük revizyon çalışma grubunun Şubat 2004 tarihinde Cenevre’de yapılan en son revizyon çalışmasına katılmıştır. Cenevre’deki toplantıda yapılan görev dağılımında, arama kurtarma operasyonlarında “etik” bölümünü yazmayı üstlenmiş ve bu görevi de en iyi şekilde tamamlamıştır.
Bu ziyaretlerin dışında AKUT gönüllüleri eğitim, seminer ve bilgi alışverişi amacıyla da yabancı ekiplerle işbirliği içerisindedir. 2004 yılı Kasım ayında Belçika’da düzenlenen ve günümüz şartlarında hızla artan insani yardım ve terörle mücadele konularında yapılan NATO toplantısına, 18-22 Ocak 2005 tarihleri arasında Japonya’nın Kobe kentinde düzenlenen Birleşmiş Milletler “Dünya Afetleri Azaltma Konferansı”na, NATO ve GCSP (Geneva Centre for Security Policy) tarafından 7 - 8 Temmuz tarihlerinde İsviçre’nin Cenevre kentinde düzenlenen “Sivil - Askeri İlişkilere Yeni Yaklaşımlar: Stratejiler ve Uygulamalar” başlıklı konferansa katılmıştır.
Yunanistan’ın Patras şehrinde 23 Haziran-8 Temmuz 2007 tarihleri arasında gerçekleşen ve Yunan Kızılhaçı ve Alman Kızılhaçı tarafından ortaklaşa düzenlenen “I. Balkan Afet ve Kurtarma Yönetimi” eğitimine 5 gönüllüsü ile, 28 Ağustos - 1 Eylül 2007 tarihleri arasında Almanya’nın Bremen kentinde, Alman Sivil Savunma mekanizması olan THW’nin INSARAG standartlarında Uluslararası Ağır Arama Kurtarma Ekibi olarak sınıflandırılabilmek için yaptığı tatbikata davet üzerine gözlemci olarak iki gönüllüsü ile katılmıştır.
AKUT sadece Türkiye’de değil, yurt dışında da bilgi birikimi ve deneyimlerini paylaşmaya, zor durumda kalan insanlara fayda sağlayabileceği her yerde, imkânları elverdiği ölçüde operasyonlar düzenlemeye, faaliyet alanı ortak olan kurumlarla işbirliği içinde çalışmalarını yürütmeye devam etmektedir.
Bugün AKUT 14 bölgede oluşturduğu ekipler ve 750 gönüllüsü ile, ki bu sayılar ileride daha da artacaktır, operasyonel gücünü ivedilikle harekete geçirecek uluslararası standartlarda deneyimi ve birikimiyle ülkemizin ilk ve en önde gelen gönüllü arama kurtarma grubudur. Bir yandan büyüyüp kendi insan kaynağını en verimli biçimde kullanmaya çalışırken, bir yandan da üzerine düşen sorumluluğun gereği olarak örnek projeleriyle toplumda bilinçli bireylerin artması için çaba göstermektedir.
AKUT BÜYÜYOR
1996 yılında İstanbul’da kurduğumuz AKUT’u, yıllar içerisinde son derece kontrollü ve dikkatli bir şekilde büyütmeye de özen gösterdik. Hatta pek örneğine de rastlayamayacağınız özgün bir model üzerinden yaptık bunu. AKUT; tamamen insan odaklı bir kurum olarak tasarlandı ve her seviyede liderlik modeliyle, lider odaklı bir kurum olarak büyüdü ve büyümeye de devam ediyor. Merkezden yüzlerce kilometre uzaklarda kurduğumuz ekiplerimizdeki liderlerimize sorumluluğuyla birlikte yüksek yetkiler de verdik ve merkezle operasyonel ekip arasındaki bürokrasiyi minimum olacak şekilde tasarladık. Öyle ki her bir ekip lideri, kendi bölgesinde, benim başkan olarak AKUT üzerinde sahip olduğum yetkilere eşdeğer bir yetkiyle donatıldı. Ülkemizin değişik bölgelerinde AKUT kurmak için bölge değil lider seçtik. Seçtiğimiz her lider de süreç içerisinde kişiliğiyle, vizyonuyla, çalışkanlığıyla ve cesaretiyle AKUT’un kendisi oldu.
AKUT’u AKUT yapan liderlerimizin ortak bilinci ve ortak iradesidir.
Bizimle aynı vizyonda ve aynı değerlere sahip ve bu gerçekten yoğun gönüllü çabanın altına girebilecek insanları titizlikle seçerek, ki ilk yıllar bu kişiler zaten bizim önceden tanıdığımız, birlikte hareket ettiğimiz arkadaşlarımızdı; onların yaşadıkları yerlerde başladık yeni AKUT ekiplerini kurmaya. Zaman içinde önce büyümek istediğimiz bölgeyi seçip, sonra o bölgede bize uygun insan aramaya başladık. Nitekim Karadeniz bölgesi açılımımız bu şekilde oldu. Bir ön araştırma ekibi yolladık Ordu, Rize, Giresun, Trabzon ve çevresine ve onun sonucunda da Giresun’da aradığımız niteliklerde liderimizi bulduk. Daha önceden beklettiğimiz Rize ve Trabzon’u da dahil edip süreci hızlandırdık. Ordu’daki arkadaşlarla da ilişkilerimizi yakın bir şekilde sürdürmeye karar verdik. Bazen de, 1999 Depremleri sonrasında kurulmuş nitelikli ekiplerle gücümüzü birleştirdik ve onları da AKUT ailesine dahil ettik. SAKAY ve 911’deki arkadaşlarla bu şekilde buluştuk. Bu birleşmedeki özverileri takdire şayandır.
Aslında 1999 Gölcük Depremi’nden sonra AKUT’u kurmak için Türkiye’nin her yerinden sayısız çağrı almıştık, ama bizim modelimiz ne yazık ki bu tür kontrolsüz bir büyümeye uygun değildi. Lider odaklı kurum olmak ve bürokrasiyi minimuma indirmek sizi çok hızlandırıyor ama getirebileceği riskleri baştan çözmezseniz, süreç içerisinde başınız çok ağrıyabilir. Bu konuda en küçük bir hatayı bile telafi edemeyeceğimizi düşündüğümüz için, bu tür bir riski hiçbir zaman almadık ve alamayız. Çünkü bizim görevimizde hata ölümle bile sonuçlanabilir, bu nedenle AKUT’u büyütme işini bir-iki yıl erteledik. 1999 Gölcük Depremi sonrasında ve 2000 yılında öylesine yoğun bir ilgi oldu ki AKUT’a, o yıllarda üye alımını bile durdurmuştuk. Hatta bu yaklaşımımız AKUT’a katılmak isteyen insanları o günlerde belki de biraz gücendirmişti. Bizi mazur görsünler; ancak 150 kişilik bir derneğe binlerce kişinin birden girmeye çalışması, bizim o günkü yapımızla yönetemeyeceğimiz bir süreçti. Bu nedenle bu tür bir yükün altına girmedik, ancak ilerleyen yıllarda nasıl bir modelle büyüyebileceğimizin, büyümemizin doğru olacağı da yavaş yavaş şekillenmeye başladı.
Gölcük Depremi yaşandığında AKUT’un sadece iki ekibi vardı; merkez olarak İstanbul ve Türkiye’nin en güçlü dağcılarından biri olan Yılmaz Sevgül’ün liderliğinde ilk kurduğumuz dış ekip olarak Antalya. Gölcük Depremi’nde bu iki ekip birlikte çalışmıştık. Arkasından her yıl ekip sayımızı artırmaya başladık. 2000 yılında Hakan Korkut’la Ankara, 2001 yılında Tolga Gözüm’le Marmaris, 2002 yılında Veysel Aksoy’la Bingöl, 2003 yılında Erdem Akın’la ve şu anda da Recep Şalcı’yla devam eden Kocaeli, 2004 yılında Metin Yılmaz’la Olympos, 2005 yılında Nedim Urcan’la Niğde, 2006 yılında da Aziz Doğan’la Bursa ve Ömer Karaca’yla İzmir’de ve 2007 yılında da Dr. Cengiz Cindemir’le Giresun, Ragıp Pirselimoğlu’yla Trabzon, Güçlü Uzunalioğlu’yla Rize ve Nurettin Özcan’la da Kayseri ekiplerimizi kurduk ve bugün için 14 bölgede aktif olarak çalışmalarımızı sürdürüyoruz. Arada bazı uzun soluklu projelerimiz olduğunda bölgesel ve geçici ekipler kurmayı da ihmal etmiyoruz. Sonuçta başka bir proje için bile gitmiş olsak, gittiğimiz yerde acil durumlara müdahale edebilecek altyapımızı ve lojistiğimizi de beraberimizde götürüyoruz.
Büyüme politikalarımızdaki bu gözle görülür hızlanmayı, AKUT’un “Küresel Isınma” ve yaratacağı tehditleri çok ciddiye alması olarak da okuyabilirsiniz. Ayrıca Küresel Isınma konusunda kendi içimizde bir eğitim ve araştırma komitesi de oluşturduk. Kitabın sonlarında bu konuya bir kez daha değineceğim.
Çok dikkatli ve kontrollü büyüme stratejimizle sağlıklı bir şekilde bugünlere geldik. Bu süreçte de nazar değmesin ama hiçbir arama kurtarma görevinde bizden kaynaklanan bir kaza yaşamadık ve yaşatmadık. Sadece ikisi operasyondan, biri de yine AKUT’la ilgili bir etkinlikten yorgun argın dönerken, Antalya’da, Bingöl’de ve Kocaeli’de olmak üzere üç ciddi trafik kazası yaşadık ama Allah korudu, ciddi yaralanmalara rağmen kimse ölmedi. AKUT’taki herkesin en büyük korkusu, bizden birinin bir gün, bir arama kurtarma görevi sırasında bir kaza yaşamasıdır; bu tür bir durumun yaşanmaması için alabileceğimiz bütün önlemleri alıyoruz, almaya gayret ediyoruz.
İnşallah bu hiçbir zaman olmayacak...
Üzerlerinde AKUT kıyafetiyle, eğitimlerini almış gencecik delikanlıları, kızları karda, kışta, yağmurda, çamurda, gece gündüz demeden sellere, dağlara, depremlere, memleketin ücra bir köşesinde başı dertte olan insanlarımızın yardımına yollamanın ne kadar ağır bir sorumluluk olduğunu bilemiyorum sizlere hissettirebiliyor muyum. Bu yiğit çocukları her göreve uğurladığımızda arkalarından gizli gizli dua ettik; sağ salim gidip, sağ salim dönmeleri için.
Lütfen sizler de dualarınızı bizden eksik etmeyin...
Yardıma muhtaç olana her zaman elini uzatan AKUT, imkânlarını ve deneyimini, devletimizin yönlendirmesiyle gerektiğinde yabancı ülke topraklarında da kullandı. Göğsümüzde Türk bayrağı, yabancı arama/kurtarma ekiplerinin arasında ülkemizi temsil etmenin bilinciyle, coşku ve heyecan içinde dünyanın büyük afetlerinde görev aldık. Atina Depremi’nin (Ek: 16) ardından süratle bölgeye giden AKUT ekibini, kurtarma çalışmaları sonrasında Yunanistan Cumhurbaşkanı resmi olarak kabul etti ve teşekkürlerini iletti. Tayvan Depremi’nde (Ek: 17) yine Türk insanının yardımseverliğini ve fedakârlığını bütün dünyaya gösterdi ve Hindistan Depremi’nde (Ek: 18) yaptığı başarılı kurtarmalar o günlerde dünya kamuoyunda yer aldı. Mozambik Seli (Ek: 19) sonrasındaki çalışmalara 3 uzman hekim ve büyük bir tıbbi malzeme ile destek veren AKUT, imkânları elverdiği ölçüde İran (Ek: 20) ve Pakistan depremlerinde (Ek: 21) yine üzerine düşeni eksiksiz yerine getirdi.
Bir grup dağcının öncülüğünde kurulan AKUT, 1996 yılından bu yana gerçekleştirdiği etkinliklerin neredeyse tamamında öncü ve lider bir kurum olarak çalıştı. Türkiye’de gönüllü olarak doğal afetlerde arama ve kurtarma yapan ilk ekip oldu; bu görevi yurtdışında da gerçekleştiren ülkemizden çıkan ilk gönüllü ekip oldu; afetler ve arama-kurtarma konularında topluma kapsamlı eğitimler veren ilk gönüllü ekip oldu; Bakanlar Kurulu kararıyla, bu alanda “kamu yararına çalışan” belgesi alan ilk dernek oldu ve halen de tektir; Akdeniz Bölgesi’ndeki arazi yapısını, yoğun turizm potansiyelini ve bunların getirdiği riskleri fark edip, bu yönde yaşanan kazalarda bölgedeki 3 ekibi ile (Antalya, Olympos, Marmaris) örgütlü müdahale yapan ilk ekip oldu; Doğu’nun ağır kış koşullarının kapadığı yollarda, o güne dek alışılmışın dışında olarak kar üstü araçlarla köylerden yaralı ve hasta ulaşımını sağlayan ilk ekibi Bingöl’de kurdu; bugüne dek ülkenin dört bir yanında binlerce seminer verdi ve 100.000’lerce insana ulaştı, binlerce kişiye ve resmi, özel, sivil ve askeri kurumlara arama ve kurtarma eğitimleri verdi, bilinçlendirme çalışmaları yaptı. (Ek: 22)
İstanbul, Ankara, Antalya, Marmaris, Bingöl, Kocaeli, Niğde, Olympos, Bursa, İzmir, Rize, Trabzon, Giresun ve Kayseri’de oluşturduğumuz yurt sathına yayılmış toplam 14 gönüllü ekibimizle, 2007 yılı Eylül ayına dek 383 arama ve kurtarma operasyonu gerçekleştirdik. 383 kere, hayatımızda hiç görmediğimiz ve bir daha da hiç görmeyeceğimiz insanların hayatı için kendimizi gönüllü olarak tehlikeye attık ve 700’den fazla insanın hayatının kurtarılmasını ve/veya içinde bulundukları zor durumdan alınıp normal yaşam koşullarına nakledilmesini; bazen de son bir görev olarak, pek çok acılı ailenin sevdiklerinin cenazelerine kavuşmasını sağladık; hep gönüllü olarak. Zaten sizlerin bize bu kadar içten bir sevgi ve güven duymanızın asıl sebebi de, bu karşılıksız yardım anlayışımız, gönüllüğümüz ve sorumluluk duygumuz oldu.
Biz sizi koşulsuz sevdik, siz bize yüreğinizi açtınız; biz size karşılıksız hizmet ettik, siz bize sahip çıktınız.
AKUT’u kuranlar nasıl dağcılarsa, var edenler de sizler oldunuz...
AKUT ÇALIŞIYOR
Bizim anladığımız anlamda AKUT, yaşadığımız topraklara ve bu toprağın yüce ruhlu insanına karşı bir görev bilinci ve sorumluluğudur. AKUT’un son derece net tanımlı bir varlık sebebi, çalışma anlayışı ve özdeğerleri vardır ve görev süreçlerini de bu ilkeler çerçevesinde gönüllüleri eliyle yürütür. AKUT derneği aslında bir şemsiye organizasyondur, ancak AKUT ruhu ve anlayışı gönüllüleri eliyle yaşayan, kendini sürekli geliştiren ve büyüyen, yeni beliren ihtiyaçlara ve imkânlara göre kendisini yeniden konumlandıran, sürekli bir dinamizmi olan, her hücresinde kendi içinde inisiyatif kullanabilen canlı bir organizasyondur. Aslında AKUT’u sıradışı kılan, benzerlerinden ayıran ve başarılı yapan da bu tercihtir.
Öncülük, yol açıcılık, ufuk açıcılık ve liderlik ruhumuz; sorumluluk anlayışımız, yurt ve insan sevgimizle birleşince başka pek çok projeye de imza attık ve atmaya da devam ediyoruz. Son derece çalışkan, nitelikli, fedakâr ve gönüllü insan gücümüze dayanarak, yıllar içerisinde asli görevimiz olan arama ve kurtarma konularına ilave olmak üzere ülkemizde eksikliğini gördüğümüz pek çok farklı konuda da projeler gerçekleştirdik. Hatta 10. yılımızı kutladığımız 2006 yılında kullandığımız slogan şuydu; “AKUT 10 YAŞINDA VE BU SADECE BİR BAŞLANGIÇ.”
Kitabımın bu bölümünde sizlere AKUT’un gerçekleştirdiği, ancak medyamızın malum magazin ağırlıklı tutumu nedeniyle kamuoyu ile yeteri kadar paylaşamadığımızı düşündüğümüz sosyal fayda amaçlı özgün projelerimizden bir kesit sunmak istiyorum. Son derece çalışkan, fedakâr ve gönüllü insan gücümüze dayanarak, yıllar içerisinde asli görevimiz olan arama ve kurtarma konularına ilave olmak üzere ülkemizde eksikliğini gördüğümüz pek çok farklı konuda da projeler gerçekleştirdik. Bu gücü ve yetkiyi de tüzüğümüzde bulunan AKUT’un amacını ifade eden 3. maddemizden alıyoruz.
Önce AKUT’un tüzüğünün 3. Maddesi’ndeki bize bu yetkiyi veren bölümü sizlerle paylaşmak istiyorum;
...
Ayrıca Anayasamızda tanımlanmış bütün özellikleri, kavramları ve değerleri korumak ve kollamak, Devletin temel amaç ve görevlerine yardımcı olmak, yürürlükte olan kanunlarla belirlenmiş ve koruma altına alınmış konulara destek vermek amacıyla, Türkiye’nin en etkin ve güçlü sivil toplum örgütlerinden biri olma sorumluluğu ve bilinci ile asıl konusu olan arama ve kurtarma çalışmalarının yanı sıra ülkemizde boşluğunu, eksikliğini ve yanlışlığını gördüğü, tarih, kültür, eğitim, sağlık, çevre ve doğa gibi sosyal, kültürel ve toplumsal konularda; toplantı, sempozyum, söyleşi, yürüyüş, etkinlik, imza kampanyaları, kitap, broşür ve benzeri yayın hazırlama ve toplama kampanyaları, kamuoyu oluşturma, toplum bilinçlendirme ve benzeri çalışmalar yapmaktır.
...
Şimdi de bu projelerden bazı örnekler vermek istiyorum;
GENÇ AKUT GÖNÜLLÜSÜ PROJESİ - 2002’den bu yana (Ek: 23)
9-12 yaş grubundaki kardeşlerimize, “AKUT RUHU” sembolüyle tanımladığımız değerlerin kazandırılması ve çocukların karakter gelişimlerinin, bilişsel, duyuşsal ve psiko-motor davranışlarının, uzman eğitmenler tarafından hazırlanan kurs programları ile geliştirilmesi amaçlanmaktadır. Bu proje kapsamı içindeki gençlerin; gönüllülük nosyonuna sahip, kendine güvenen, sorumluluk duygusu taşıyan, inisiyatif kullanabilen, problem çözme yeteneği olan, kararlı ve cesur, çevre bilincine ve kültürüne sahip, acil durumlarda neler yapması gerektiğini bilen; kısacası, ATATÜRK’ün Türk Gençliği’nden beklediği güçlü ve ülkesine faydalı olacak şekilde yetişmiş sağlam karakter özelliklerine sahip, geleceğin güçlü Türkiye’sini taşıyacak bireyleri olmaları hedeflenmektedir.
Söz konusu proje tasarım ve uygulama olarak uzman bir kadro tarafından hazırlanmıştır, haftasonları yürütülen çalışmaları AKUT Gönüllüleri yürütmektedirler.
KAR ÜSTÜ ARAÇLARIYLA HASTA NAKLİ PROJESİ / BİNGÖL - 2003 (Ek: 24)
Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgelerimizde kış mevsiminin yarattığı ağır koşullar, bu yörelerimizde yaşayan halkımızın yaşam kalitesini son derece olumsuz bir şekilde etkilemektedir. Yoğun kar yağışı nedeniyle, kırsal alandaki pek çok yerleşim yeriyle merkez arasındaki yollar bazen aylar boyunca tamamen kapanmaktadır. Coğrafi yapı ve iklim şartlarının son derece elverişsiz olması nedeniyle, iş makineleri ve insan gücü kapanan yolları açmakta yetersiz kalmakta, yettiği durumlarda da maliyeti çok yüksek olmaktadır. Bu da, özellikle tam teşekküllü sağlık imkânlarından uzakta olan insanlarımız açısından, özellikle acil durumlarda ciddi sorunların yaşanmasına neden olmaktadır.
AKUT, elindeki imkânların bu tür zor koşullarda da halkımızın hizmetine sunulabileceğini öngörerek Bingöl’de bir pilot çalışma başlatmıştır. 10 Kasım 2002 tarihinde resmen faaliyetlerine başlayan AKUT Bingöl Ekibi, kış koşulları ne denli zor olursa olsun, elinde bulunan 2 adet kar motosikleti ile çağrı aldığı bölgeye derhal ulaşmakta ve yardıma ihtiyacı olan hamile, böbrek hastası, kaza geçirmiş veya yaralanmış vatandaşlarımızı bu araçlara bağlı sedyelere sabitleyerek merkezdeki sağlık kuruluşuna nakletmektedir.
Son yıllarda özellikle doğu ve güneydoğu illerimizde kar üstü araçların benzer amaçlarla kullanılmak üzere mülki idareler tarafından temin edilerek bölgede hizmete sokulması, AKUT’un öncülüğünün ve ufuk açıcılığının ne kadar etkili ve doğru olduğunu göstermektedir. Bizden önce bu tür çalışmalar çoğu zaman, bütün yolun kar küreme araçlarıyla açılarak çok maliyetli, zahmetli ve sadece o seferlik işe yarayabilen şekilde yapılıyordu. İkinci bir vakada bütün yolu tekrar açmak gerekiyordu.
AKUT ANADOLU TIRI PROJESİ - 2004 (Ek: 25)
“Bir nefes için...” adını verdiğimiz bu projede mobil eğitim sistemi ile vilayet makamları koordinasyonunda, doğal afet seminerleri düzenlenerek, hazırladığımız doğal afet kitabının dağıtılması, eğitim filminin izlenmesi ve dağıtımı ve fotoğraf sergisi açılmıştır. Ayrıca proje içerisinde bir ambulansla birlikte yurt genelinde solunum fonksiyon (KOAH, astım) testleri yapılmıştır.
8 Nisan-17 Ağustos 2004 tarihleri arasında, AstraZeneca ve TURKSPED sponsorluğunda gerçekleştirilen bu projede, özel donanımlı bir tır ve bir ambulansla birlikte 15.500 kilometre yol kat edilerek 81 ilimizin tamamı ziyaret edilmiş ve 1 milyondan fazla insanımıza ulaşılmış ve afetler hakkında bilinçlendirme çalışmaları yapılmıştır.
Bu proje sırasında ayrıca çok özel bir çalışma daha gerçekleştirildi; AKUT ANADOLU TIRI uzun yolculuğunu bitirdiğinde, milletimizin yürek dolu sevgisi, coşkusu, duası ve güveninin yanı sıra, bizler için kutsal bir emanet daha taşıyordu; 81 ilimizden teker teker özenle alınan, bir avuç vatan toprağı.
Bu topraklar daha sonra özenle mermer bir haritaya yerleştirildi. Bu özgün toprak haritası; yaptıkları her çalışmayla Atalarına layık olma çabası içinde olan AKUT gönüllüleri tarafından, her karışı şehitlerimizin kanlarıyla sulanmış Türkiye’mizin 81 ilinden özenle alınan tertemiz vatan toprağıyla oluşturuldu. Anayasamızın 3. ve 4. maddelerinde koruma altına alınan; “Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür” maddesinde ifade edildiği şekliyle Vatan toprağının bölünmez bütünlüğüne olan koşulsuz bağlılığımızı ve kahraman dedelerimiz ve ninelerimiz gibi bu uğurda her türlü fedakârlığa hazır olduğumuzu ifade eden bir sembol olarak hazırlandı.
AKUT ANADOLU’YLA ELELE PROJESİ - 2005’ten bu yana (Ek: 26)
Farklı alanlardaki projelerimizden biri olarak sürdürdüğümüz; yurdumuzun özellikle sosyal, kültürel ve ekonomik anlamda geri kalmış bölgelerinde, değişik vesilelerle tanıştığımız veya iletişim kurduğumuz ihtiyaç sahiplerine çeşitli yardım ve destek çalışmalarımızı, “AKUT ANADOLUYLA ELELE” adını verdiğimiz proje çerçevesinde son derece kapsamlı, geniş katılımlı ve organize olarak sürdürmekteyiz.
Bizi neredeyse arama kurtarma çalışmaları kadar heyecanlandıran bu proje çerçevesinde, üretici firmaların yurt çapında ihtiyaç sahiplerine ulaştırmak istedikleri kendi ürün portföylerindeki her türlü giyim, gıda, elektronik eşya, mobilya, araç, kırtasiye, okul malzemesi, kitap ve benzeri ürünleri AKUT aracılığıyla ulaştırıyoruz. Anadolu’muzun dört bir yanında yıllar içerisinde kurmuş olduğumuz sıcak ve güvenli ilişkilere dayanarak, gönüllülerimiz eliyle uzun zamandır sürdürdüğümüz aracılık görevimizi bu proje ile birlikte artık daha planlı olarak sürdürüyoruz. Bu çalışmalarımıza bu öğretim yılı başında önemli bir halka daha ekledik. Geçtiğimiz yıl okullar açılırken, Anadolu’nun değişik yerlerindeki 5000 öğrenci kardeşimize içi defter, kalem gibi kırtasiye malzemeleriyle hatta birer de klasik çocuk romanı ile dolu olarak okul çantası yolladık. Bu yıl dönem sonunda da bu kez 10.000 öğrenci kardeşimize okuma kültürünün yerleşmesi amacıyla yaz tatili armağanı olarak çocuk kitapları yolladık. Bir kalemi ikiye kırıp öğrencilerine verip ders yapabilen öğretmenlerimiz, yoksulluktan okula bile gidemeyen kardeşlerimiz var Anadolu’da; onları unutmak ülkeyi unutmaktır...
Ulusal ve uluslararası üreticilerin ve hayırseverlerin derneğimize karşı duydukları güven ve teveccühle, ihtiyaç sahiplerine ulaştırılmak üzere derneğimize iletilen her türlü ürün; “AKUT ANADOLUYLA ELELE” projesi çerçevesinde değerlendirilmekte ve bütün yardım dağıtımı çalışmalarımız bu başlık altında toplanmaktadır.
KERMAN EYALETİ AFET HAZIRLIK GELİŞTİRME PROJESİ - İRAN – 2005
2003 yılı sonunda gerçekleşen ve 30.000 kişinin yaşamını kaybettiği Kerman-Bam depreminin ardından, Kerman eyaletinin talebi ve ACT Netherlands’in desteği ile resmi ve sivil katılımcılara yönelik olarak; Mayıs 2005 tarihinde yapılan bir ön keşif çalışmasını takiben Eylül 2005 ile Nisan 2006 arasında aralıklı olarak üç fazda eğitimler düzenlenmiş ve tatbikatlar yapılmıştır. İlk fazda; arama kurtarma eğitmenliğinin koşulları ve arama kurtarma ile acil durum yönetimi konusundaki standartları inceleyen masa başı çalışmaları düzenlenmiştir. İkinci fazda Acil Durum Yönetimi ve Acil Durum Yönetim Merkezi yapılandırması eğitimi, Toplum Afet Müdahale Takımı eğitimi ve asistan ile eğitmen eğitimleri düzenlenmiştir. Üçüncü fazda ise eğitmenlere yönelik olarak, teknik arama kurtarma branşlarının farkındalık seviyesindeki eğitimleri düzenlenmiş ve yetiştirilen eğitmenlerin yeni katılımcılara verdikleri TAMT eğitimi denetlenmiştir.
AKUT BTC BORU HATTI DESTEK PROJESİ - 2006’dan bu yana (Ek: 27)
AKUT ve ADY firması, arazi koşulları ve kış koşullarındaki deneyimiyle Bakü-Tiflis-Ceyhan boru hattının kullanımı süresince, kış aylarında hat boyunca görevli BOTAŞ ekiplerine destek veriyor. BOTAŞ’ın ilgili ekiplerine, AKUT tarafından “Hayatta Kalma” ve “Doğada İlkyardım” konularında eğitimler verildi. Ayrıca proje süresince arama - kurtarma çalışmaları ve acil durumlarda müdahale amacıyla hat boyunca ekiplerimiz hazır bulunuyor ve mühendislerin arazideki güvenliğinden sorumlu olarak çalışıyor.
AKUT 1. ULUSLARARASI AFET SEMPOZYUMU - 2006
Kuruluşunun 10. yılı etkinlikleri çerçevesinde, Boğaziçi Üniversitesi’nin de desteği ile, 23 - 24 Mart 2006 tarihlerinde, Üniversite Kampüsü’nde AKUT “1. Uluslararası Afet Sempozyumu”nu gerçekleşmiştir. Sempozyumda, farklı disiplinlerden toplam 30 konuşmacı uzmanlık konuları çerçevesinde bilgi aktarmıştır.
AKUT’un arama ve kurtarma konuları dışında destek verdiği kampanya ve projelerden bazılarını da sizlerle paylaşmak istiyorum.
KAN BAĞIŞI KAMPANYALARI - 1996’dan bu yana
Her AKUT gönüllüsü, başkalarına hayat vermeyi kendisine görev seçmiş bu asil çatının altına girerken, değerli kanlarını KIZILAY’a bağışlayarak aramıza katılır. Bu sembolün anlamı bizler için son derece açıktır; hayat kurtarmayı kendisine görev seçen, önce tertemiz kanıyla hayatların kurtarılmasına yardımcı olmaya başlar. Gönüllü adaylarımızın değerli kanları, onlar daha AKUT çatısı altına girmeden, uzaklarda bir yerlerde birilerine hayat olur, gönüllülerimiz de AKUT’un parçası, AKUT’un kendisi olurlar.
AKUT gönüllüleri, AKUT’taki çalışmaları sırasında da acil kan ihtiyaçlarına sürekli olarak destek vermektedirler.
DÜNYA BARIŞI İÇİN AĞRI DAĞINA EVEREST TIRMANICISI DAĞCILARLA BİRLİKTE TIRMANIŞ - 2001
AKUT’un Everest Dağı’na tırmanmış (1995 ALİ NASUH MAHRUKİ ve 2001 TUNÇ FINDIK) iki dağcısı ile birlikte, AKUT tarafından davet edilen Amerikalı, Kolombiyalı, Meksikalı ve Singapurlu dağcılar dünya barışı için Ağrı Dağı’na tırmandılar. O günlerde dünya dağcılık camiası bu sempatik projeye yoğun ilgi göstermiş ve gün gün gelişmeleri internet üzerinden takip etmişti.
AĞRI DAĞI’NDA BY PASS’LI DAĞCILAR - 2003 (Ek: 28)
Prof. Dr. Bingür Sönmez’in öncülüğünde gerçekleştirilen bu projenin temel amacı; Koroner By Pass ameliyatı geçiren hastaların, ameliyat sonrası süreçte kendilerini bakıma muhtaç, eksik, yarım, evlerinden çıkamaz durumda hissetmelerini önleyip, bir an önce, ameliyat sonrası süreçte doğal olarak yaşadıkları psikolojik bunalımdan kurtulmalarını sağlama konusunda bir mesaj vermekti. Koroner by pass ameliyatı geçiren kişilerin, beslenmelerine, egzersizlerine ve doktorlarının dediklerine dikkat ederlerse, ameliyat sonrası hayatlarını da, eskisi gibi hatta ameliyat öncesine göre eskisinden daha sağlıklı, dengeli ve kaliteli bir şekilde sürdürebileceklerini ve hem kendilerinin, hem çevrelerinin bundan, duygusal, sosyal ve ekonomik olarak büyük bir fayda sağlayabileceğini göstermek istedik. Söz konusu tırmanışta, by pass ameliyatı geçirmiş insanların Türkiye’nin en yüksek dağı olan Ağrı Dağı’na bile gidebilecekleri bir sembol olarak gösterilmiştir.
ORGAN BAĞIŞI KAMPANYALARI - 2005’ten bu yana (Ek: 29)
“YAŞARKEN DE, YAŞAMDAN SONRA DA HAYAT KURTARIYORUZ” adını verdiğimiz sloganla, AKUT gönüllüleri olarak “Organ Bağışı” kampanyalarına destek veriyoruz.
AKUT gönüllüleri olarak, yaşarken olduğu gibi, bu güzel dünyadaki varlığımız sona erdikten sonra da, yaşamın kutsallığına hizmet etmek istiyoruz. Bizler yaşamın kutsallığına inanan bir geleneğin temsilcileriyiz. Dünya sizi şaşırtmasın, dışarıda ne görürseniz görün, doğrusu yaşamın kutsal olduğudur, yaşama hakkı da öyledir...
Organ bağışı kampanyaları ne yazık ki değişik sebeplerle ülkemizde yeteri kadar duyurulamayan, desteklenemeyen konulardan biri. Oysa bir millet olmanın birinci sorumluluğu o millet arasındaki koşulsuz, art niyetsiz, karşılıklı güven, sevgi, saygı, anlayış ve destektir ve bunlardan kaynaklanan birarada yaşama arzusudur. Toplum kendi içdinamiklerini, diğerleri kadar şanslı olamayan, diğerlerinin imkânlarına sahip olamayan bireyleri de koruyacak, onlara sahip çıkacak şekilde kurgulamak zorundadır. Aksi halde milleti oluşturan unsurlar arasında sevgi, saygı, karşılıklı güven ve empati eksikliği yaşanır ki, uzun dönemde bu bölünmüşlüğün, güvensizliğin ve yabancılaşmanın etkileri son derece tehlikeli olabilir.
Bu inanç ve düşünceyle, Türk Milleti’ni oluşturan 73 milyonluk nüfusumuzun kendi içindeki bağlarını kuvvetlendirebilmek için önemli bir sembol olabilecek organ bağışı kampanyalarına tüm yurttaşlarımızın destek vermesini istiyoruz.
SOKAK KÖPEKLERİNİN REHABİLİTE EDİLMESİ, EĞİTİLMESİ VE KAZANDIRILMASI PROJESİ / Ankara - 2006 (Ek: 30)
Çankaya Belediyesi’ne ait barınakta bulunan köpeklerin rehabilite edilmesi ve topluma kazandırılması amacıyla belediye tesisleri içinde 26 köpeklik bir barınak oluşturuldu. Eğitim ve rehabilitasyon merkezinin inşaatı devam ederken köpeklerle ilgilenecek insanlara teorik eğitim AKUT Ankara Ekibi operasyon merkezinde AKUT gönüllüleri tarafından verildi. Uygulama kısmı iki aşamadan oluşan bu projede; öncelikle insan eliyle travmaya uğrayan köpeklerin güveninin kazanılmasına yönelik çalışmalar yapıldı. Temel eğitim çerçevesinde köpeklerin kayışa ve tasmaya alıştırılması, şehir yaşantısında sahipleri ile rahatça gezebilmeleri için çeşitli komutların öğretilmesi gibi eğitimler verildi. İkinci aşamada ise sağlık kontrolleri yapılan ve rehabilite edilen köpekler sahiplendirildi. Böylelikle binlerce köpeğin bir arada tutulduğu barınaktan rehabilitasyon merkezine, oradan da köpek edinmek isteyenlere sahiplendirilme şeklinde bir döngü oluşturuldu.
Aynı zamanda hedeflenen diğer bir konu ise terapi köpeği; yani çocuklar, yaşlılar veya engellilerle iletişim kurup pozitif algı yaratacak köpek yetiştirilmesiydi. Bu hedef doğrultusunda yapılan çalışmalarla yetiştirilen köpekler belediye tarafından yapılan organizasyonlarda kullanılmıştır.
AKUT ÜNİVERSİTE ÖĞRENCİ TOPLULUKLARI PROJESİ - 2006’dan bu yana
Boğaziçi, İTÜ, Kocaeli, Uludağ, Ege, Akdeniz gibi pek çok üniversite ile işbirliği protokolü bulunan ve değişik projelerde birlikte çalışan AKUT, üniversite öğrencileri arasında gönüllülük, kan bağışı, organ bağışı ve toplum bilinçlendirme çalışmaları gibi konulara destek vererek, öğrencilerle birlikte oluşturduğu Uludağ Üniversitesi, Haliç Üniversitesi, Kocaeli Üniversitesi ve İzzet Baysal Üniversitesi AKUT Öğrenci Toplulukları ile hem üniversite içinde, hem de çevresinde çok çeşitli bilgi paylaşımı projeleri düzenlemektedir. Giderek yayılan AKUT Üniversite Öğrenci Toplulukları, okul içi ve çevresinde, AKUT’un arama ve kurtarma konuları haricinde faaliyetlerde bulunduğu sosyal fayda ağırlıklı projelerde çalışmalar yapmaktadır. Burada amaç üniversite öğrencilerinin enerjilerini ülkeye faydalı projelere yönlendirebilmek ve gençlerin yaratıcı beyinlerine, AKUT çatısı altında hayallerini gerçekleştirebilme fırsatı vermektir.
KÜRESEL ISINMA’YA DİKKAT ÇEKMEK İÇİN AĞRI DAĞI KIŞ TIRMANIŞI - 2007 (Ek: 31)
Çinli ve Türk dağcılardan oluşan 10 kişilik bir ekiple, dünyanın bugün için en büyük problemi olan “Küresel Isınma” konularına dikkat çekmek ve her bireyin, her kurumun, her devletin yapabileceği bir şeyler, alabileceği birtakım önlemler olduğu mesajını iletmek ve bu küresel sorunu, ancak küresel anlamda her birimiz üzerimize düşeni yaparsak daha az zararla atlatabiliriz düşüncesine dikkat çekmek için, 2007 yılı Şubat ayında Ağrı Dağı’na tırmandık. Bu tırmanışta sloganımız; “DÜNYAMIZI, EVRENDEKİ TEK EVİMİZİ KORUMALIYIZ” olarak seçilmiştir.
Yukarıdaki örnekleri sizlerle paylaşmak istememin sebebi; kamuoyunda arama ve kurtarma, hatta daha da daraltarak deprem konularındaki çalışmalarıyla bilinen bir STK olarak aslında ülkemiz için, insanımız için ne kadar farklı konularda da proje üretmeye çalıştığımızı, kendimizi, sadece bu ülkenin birer vatandaşı olarak, ne kadar geniş bir alanda sorumlu hissettiğimizi gösterebilmek içindir.
AKUT, kendisine görev olarak seçtiği acil durumlarda arama ve kurtarma çalışmalarını en iyi şekilde yerine getirmeye gayret eden ve bu şekilde vatanına, milletine bir nebze olsun hizmet etmenin getirdiği iç huzuru ile kendi yaşam doygunluğunu ve kalitesini yükselten gönüllülerden oluşan, tam anlamıyla insan odaklı bir kurumdur. AKUT aslında kendisini vareden gönüllülerinin kimliğinde, duygularında, söyleminde, eyleminde vücut bulan, yaşayan bir kurumdur. Bu canlılığı ve ruhu nedeniyle AKUT’un operasyonel ekiplerinin yöntemleri ve tercihleri de bulundukları coğrafyaya ve ihtiyaçlara göre farklılıklar gösterir. Bingöl ekibi ile Olympos ekibi veya Rize ekibi ile Marmaris ekibi yaşadıkları bölgenin ihtiyaçlarına, risklerine ve fiziksel şartlarına göre özgün olarak tasarlandıkları için çalışma biçimleri, kullandıkları araçlar ve sahip oldukları imkânlar itibariyle birbirlerinden farklılıklar gösterebilirler. Ancak ortak noktaları AKUT ruhunun en güçlü teması olan sorumluluk duygusu, karşılıksız yardım, gönüllülük, yaşamın kutsallığına inanç, Anadolu’lu olmanın getirdiği içsel değerler, vatan ve millet sevgisi ve büyük önder ATATÜRK’ün tam bağımsız, öncü, bilime dayalı, devrimci ruhudur.
Bu yönüyle AKUT; üstlendiği arama ve kurtarma görevleri bir yana, aslında Türk Milleti’nin 12 Eylül 1980 sonrası süreçte yaşadığı-yaşamak zoruna bırakıldığı ve bir türlü kendisini kurtaramadığı kendi içindeki yabancılaşmaya ve bölünmüşlüğe tepkisidir de bir yandan. AKUT’u bir avuç dağcının kurması, bugün için bizlerin yürütmesi işin görünen kısmıdır. AKUT yabancılaşmaya ve bölünmüşlüğe karşı sonuna kadar direnme kararlılığında olan Türk Milleti’nin ortak bilincinin zamanı gelmiş özgün bir ürünüdür. Bizler sadece bugün için bu düşüncenin uygulayıcıları ve koruyucularıyız. Milletimize ait olanın emaneten bizde olduğunu bir an bile aklımızdan çıkartmadan çalışmalarımızı artırarak sürdüreceğiz. (Ek: 32)
AKUT Türk Milleti’ne aittir...
AKUT, 1999 Gölcük Depremi’nde, ülkedeki neredeyse bütün kurumların hazırlıksız yakalandığı bir dönemde bile ne yapması gerektiğini gayet iyi bilen, planlı ve organize bir şekilde gerçekleştirdiği kurtarma çalışmaları ve ülkenin dört bir yanından gelen büyük gönüllü gücünün ve yardımların koordinasyonundaki başarısı nedeniyle, sivil toplum örgütlerinin neler yapabileceğini bütün Türkiye’ye göstermiş oldu. Her şeyi devletten beklemeye alışmış bir toplumun içinden çıkan AKUT; iyi kurgulandıkları ve kendi konularında bilinçli bir şekilde çalıştıkları taktirde, sivil toplum örgütlerinin son derece tehlikeli ve zorlu konularda bile etkin ve başarılı olabileceğini ispat etti. Aslında konuyu incelerken hep 17 Ağustos 1999 sonrası kurulan arama kurtarma ekiplerinin sayısından bahsederiz; oysa AKUT sadece arama kurtarma konusunu değil, dinamik yapıları ve süratli karar mekanizmaları ile sivil toplum örgütlerinin ve sivil inisiyatif kullanmanın ne kadar etkin ve başarılı, daha doğrusu ne kadar gerekli olduğunu da bir kez daha göstermiş oldu. Bugün demokrasinin vazgeçilmezlerinden kabul edilen örgütlü bir sivil toplum ve sivil toplum kuruluşu söylemleri bile, geniş anlamıyla kamuoyunun bilincine Gölcük Depremi’nde AKUT’un yaptığı başarılı çalışmalar sonrasında girdi.
AKUT’un yaptığı yüzlerce arama ve kurtarma çalışmasına ilave olarak, “Acil Durum Yönetimi” ve “Kurumsal Süreklilik” konularında kurumlara verdiği eğitim, denetleme ve danışmanlık hizmetleri ise, bugün geldiği yer itibariyle, ülkede bu alandaki önemli boşluğu ülkemizin özkaynakları ile doldurmaya katkı vermesi sebebiyle bir diğer önemli açılımıdır. Bugünün AKUT’u, bu yönde yaptığı ulusal ve uluslararası ölçekteki büyük ve prestijli projelerle geleceğin AKUT’unun nasıl olacağına dair de önemli sinyaller vermektedir.
Yılların kurumsal birikimini, kendisini bu konularda geliştiren gönüllülerimizin enerjisi ve bilgisiyle, güncel gelişmeleri de takip ederek birleştirdik ve Türkiye’nin yeni öğrenmeye başladığı “Acil Durum Yönetimi” ve “Kurumsal Süreklilik” konularında son derece nitelikli projeler üreten yeni bir yapı kurduk AKUT içerisinde. Bu yöndeki bütün çalışmalarımızı da bu başlık altında topladık.
Geçtiğimiz 2 yıl içerisinde, bu konularda AKUT’u tercih eden kurumlardan bazılarını aşağıda sizlere paylaşmak istiyorum.
1. İş Bankası Genel Müdürlüğü
2. Nike Türkiye
3. TYCO Medikal International
4. ÇMİŞ Çimento Muhtasilleri İşverenleri Sendikası (Tüm Türkiye Çimento Fabrikaları)
5. Reebook, Hey Tekstil
6. İTKİB Tekstil İhtalatçıları Birliği
7. TGSD Türkiye Giyim Sanayicileri Derneği
8. Levi Strauss Çorlu Fabrikası
9. TNT Lojistik (Tüm Türkiye Operasyonları)
10. SCHOT-ORIM
11. Li & Fung
12. AQUACITY
13. STFA
14. CEMTAŞ
15. BTC BORU HATTI Projesi
16. Gama Nurol Boğaz Tüp Geçi? Projesi
17. ABANK
18. Shell Company
19. Bahçe?ehir Koleji
20. STATOIL
21. Fevziye Mektepleri IŞIK LİSESİ
22. TC Sağlık Bakanlığı UMKE - Ulusal Medikal Kurtarma Ekipleri
23. Yeşim Tekstil
24. Levi Strauss Vakfı
25. Alternatif Bank AŞ
26. Fark Turizm ve İşletmecilik AŞ
27. TAISEI Corporation
28. Hürkuş Havayolu Taşımacılık ve Tic. AŞ
29. Garanti Bilişim Teknolojisi ve Tic. AŞ
30. Gama Nurol
31. Modateks Konfeksiyon Tic. ve San. AŞ
32. İSO İstanbul Sanayi Odası
33. İTO İstanbul Ticaret Odası
34. Armada Hotels
35. ALTUYAB Turizmciler Birliği
36. Finans Invest
37. Tekfen AŞ
38. Arkas
39. Altınmarka
40. Perboya
Bu anlamda bizim için en önemli olan konu, nasıl arama ve kurtarma konularında % 100 başarıyı hedeflediysek, aynı şekilde kurumlara verdiğimiz eğitim, denetleme ve danışmanlık hizmetlerimizde de % 100 müşteri memnuniyetini hedefledik ve yakaladık. Bunun en büyük göstergesi de, yukarıdaki listede gördüğünüz kurumların büyük çoğunluğuyla uzun soluklu bir işbirliği ve birbirini takip eden yeni açılımlar yapıyor olduğumuzdur.
AKUT’u var eden oğullarınız, kızlarınız, kardeşleriniz olan bizler, nasıl enkazlardan, sellerden, çığlardan, dağ kazalarından bir can daha kurtarabilmek için, yüzlerce kez oradan oraya koştuysak ve çalıştıysak, yüce Devletimiz ve asil Milletimiz için, Vatanımız için de koşmaya, çalışmaya, hem de hiç durmamacasına, hiç yorulmamacasına koşmaya ve çalışmaya kararlıyız.
Çünkü biliyoruz ki geçmişimiz, bugünümüz, geleceğimiz, kültürümüz, varlığımız, refahımız ve mutluluğumuz hepsi aynı yerde buluşuyor. Ya hepimiz kazanacağız, ya hep birlikte kaybedeceğiz. Türk Milleti kazanmak istiyor ve bunu herkesten çok hak ediyor.
AKUT’un bütün çalışmalarında ve etkinliklerinde, yol göstericimiz her zaman Büyük Önderimiz Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK olmuştur. Henüz Harp Okulu sıralarında öğrenciyken; “Engellerden hiçbiri bilimden yararlanmayı önleyemez” diyen ATATÜRK, yıllar sonra bunu “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir” sözleriyle hayata geçirmiş ve “Türkiye Cumhuriyeti’nin her türlü faaliyetine akıl ve bilimin egemen olmasını” temel ilke olarak benimsemiştir. O’nun yolunda ilerlemekten bir an bile tereddüt etmeyen AKUT ailesi, bugüne dek olduğu gibi bundan sonra da ATA’sının gösterdiği bilim ve akıl yolundan hiçbir zaman ayrılmayacaktır.
AKUT’A DUYULAN GÜVEN ve TÜRKİYE’NİN GÜVEN BUNALIMI
Medyamız ve halkımız, 1998 Adana-Ceyhan ve 1999 Marmara Depremleri sonrasında verdiği büyük destekle bizi onurlandırdı, güç ve cesaret verdi. Bundan sonraki çalışmalarımız için olumlu yönde motive etti. Hatta bizi bu milletin tarihten bir övünç olarak taşıdığı Türk Silahlı Kuvvetleri ile birlikte en çok güvendiği kurumların başına yerleştirdi. Yıllardır hep bu sorumluluk duygusu içinde, daha önce yaptıklarımızdan daha iyisini, daha fazlasını yapabilmek tutkusuyla, canla başla çalıştık, bundan sonra da ne olursa olsun bütün kararlılığımızla çalışmaya devam edeceğiz.
Çünkü biz bu vatanı çok seviyoruz, çünkü biz sizi çok seviyoruz...
1999 yılına kadar hayatımızda her şey çok iyi giderken, Gölcük Depremi sonrasında birdenbire hiç beklemediğimiz sayısız saldırı ile karşılaştık. İlk önce neler olduğunu, daha doğrusu neden olduğunu anlayamadık. Saldırılar öyle yoğun ve beklenmedik yerlerden peşi sıra gelmeye başladı ki, hiç bilmediğimiz ve hayatımızda ilk kez karşılaştığımız bu çirkin oyunda sadece yarım yamalak bir savunma yapabildik.
O süreçte kimilerinin bizi kullandıklarını düşünüyorum. Devlet’le kendilerince bir hesabı olanlar; bu bir fırsattır diye bizi ön plana çıkartıp Devlet’in zafiyetini gündeme taşımaya çalıştılar. Devlet’i korumak isteyenlerin bir kısmı da yine karşı tarafın (!) kahraman yaptığı AKUT’u bu sefer sıkıştırmaya kalktılar. Başkalarının gizli gündemleri ne yazık ki arada bizi ezdi. Biz sonuçta dağcıyız, sporcuyuz, sorumluluk duygusu gelişmiş sıradan insanlarız. İçten pazarlıklı politik manevralara alışkın değiliz ve ne yazık ki bu tür, altında başka hesapların olduğu çıkışların elinde oyuncak olmayı engelleyemedik. Bugün hâlâ o günlerden kalan tortular ile mücadele etmemiz gerekiyor.
Bize karşı alınan tavırların daha da şiddetlenmesine yol açan bir gelişme yaşandı Gölcük Depremi’ni izleyen süreçte. TESEV (Türkiye Ekonomik ve Sosyal Etüdler Vakfı), iki yıl üst üste Türk toplumunun kurumlara olan güvenini araştırdığı iki kamuoyu araştırması yaptı 1999 ve 2000 yıllarında. Her ikisinde de Türk Silahlı Kuvvetleri’nin yanında AKUT da en başta çıktı; (Ek: 33) ama bunun acısını da bizden daha sonra ciddi bir şekilde çıkardılar.
Bu bölümde aslında Türk toplumunun uzun yılların birikimi ile bilinçli bir şekilde nasıl ciddi bir güven bunalımına düşürüldüğünden bahsedeceğim. Ama önce AKUT’un neden ve nasıl bu kadar güveni ve sevgiyi bünyesine toplayabildiğine kısaca değinmek istiyorum.
5 Mart 2001 tarihinde Zaman gazetesinde çıkan değerlendirmelerinde, AKUT kurucularından ve ilk yıllarda büyük emeği olan Dr. Feridun Çelikmen şu tespitleri yapar;
“TSK’ya olan güven kurumlar üstüdür. Yolsuzluk ve güven gibi iki hassas noktada AKUT’un bu kurumdan sonra güven sıralamasında ikinci olması, halkın derneğimizi onurlandırmasıdır. Aynı zamanda haklı bir güvendir. Bugün çok ciddi finansmanlara sahip Kızılay gibi, üniversiteler gibi kurumlar var. Ancak AKUT maddi sıkıntılarına rağmen gönlünden iş yapan insanların kurduğu, büyüttüğü bir yardım kuruluşu. Bu güvenin kazanılmasında elbette ki 17 Ağustos ve 12 Kasım depremlerinde yaptığımız çalışmaların büyük payı var. Ardından Yunanistan, Tayvan son olarak Hindistan depreminde de yıllardır iç ve dış çekişmelerle gününü geçiren Türkiye’yi, daha doğrusu halkı yalnız bırakmadı. Uluslararası bir güven unsuru oldu. Sanırım AKUT almaktan çok veren konumunda olduğu için buna layık görüldü.”
Yine aynı haberde Sosyolog Doç. Dr. Nilüfer Narlı’ya göre; AKUT’a duyulan güvenin altında depremle birlikte sivil toplumun sosyal sorunların çözümünde daha aktif rol almaya başlaması ve sivil bilinçteki değişim yatıyor. “Bir avuç AKUT gönüllüsü her şeyin yerle bir olduğu bir ortamda insanların kendi sorunlarını örgütlenerek kendilerinin çözebileceğini gösterdi.” diyen Narlı, depremden sonra halkın “her şeyi devletten bekleme” anlayışından kurtulmasıyla başlayan sürecin meyvelerinden birisinin AKUT’a; yani sivil topluma duyulan güven olduğuna işaret etti. Narlı’nın tespitlerine göre Meclis, siyasi partiler, Kızılay, belediyeler güven açısından prim kaybederken, halkın kendi ayakları üzerinde durma ihtiyacını hissetmesi ve bu değişimin sürmesini istemesi de AKUT’un güven zirvesinde yer almasının sebepleri arasında.
İşte tam bu noktada, ilerleyen sayfalarda karşılaşacağınız bu kitabın çok önemli bir bölümünü oluşturan, toplumda en çok eksikliği hissedilen ve hem özlem hem ihtiyaç duyulan, Marmara Depremleriyle başlayan, ancak süreç içerisinde unutturulan ve önü kısa sürede alınan toplumumuzdaki köklü zihin haritası değişimi ihtiyacını da size hatırlatmak istiyorum. Zaman gazetesi, bu haberde bu konuya “Sivil Bilinç Değişimi” başlığını atmıştı.
1999 yılında, hâlâ depremin acılarının yoğun olarak yaşandığı süreçte, toplumun güven konusundaki görüşleri doğal olarak depremin ağır travmasından da etkilenmişti. AKUT bu ruh haliyle ve elbette ki depremin hâlâ içimizi sızlatan acılarının etkisiyle, 10 puan üzerinden 7.9 puan alarak, Türkiye’nin en güvendiği kurum seçildi. Aynı ankette Türk Silahlı Kuvvetleri, çok az bir farkla ikinci olmuştu. Burada bence asıl ilginç veri en altta kalan, yani toplumun en güvenmediği kurumlarda ortaya çıkmıştı. Daha 3 yaşında bir bebek olan AKUT’un birinci kurum olarak çıktığı ankette 131 yıllık şanlı bir geçmişi olan Kızılay 2.8 puanla sonuncu çıkmıştı. Yürütmenin başı olan Hükümet 2.9, yasama organı TBMM ise 3.1 puanla en sona yerleştirilmişti. Basın 4.4 puan, Belediyeler ise 4.5 puan alabilmişti.
TESEV aynı anketi, “Hanehalkı Yolsuzluk Araştırmasına Göre Türkiye’de Kurumlara Duyulan Güven” başlığıyla 2000 yılında da tekrar etti. Bu sefer de sonuçlar pek farklı çıkmadı. Depremin acıları biraz daha geride kalmıştı ve bu kez en güvenilen kurum, olması gerektiği gibi Türk Silahlı Kuvvetleri olarak çıktı. TSK’nın 10 puan üzerinden 7.7 puan aldığı bu ankette AKUT 7,6 puanla, toplumun en güvendiği ikinci kurum seçildi. 2000 yılındaki ankette toplumun en güvenmediği kurumları da size bir kez daha hatırlatmak istiyorum. En güvenilmez kurum olarak 2.1 puan alan siyasi partiler seçildi. TBMM bu kez 3.2 puan alabildi. Merkezi Yönetim 3.9, gazeteler ise 4 puan alırken, Kızılay ve Belediyeler 4.4 puan alabilmişti. Hatta Kızılay yönetimi, afet süreçlerindeki tarihsel sorumlulukları gereği o günlerde en sert şekillerde kritik edilmiş, suçlanmış ve bu düşündürücü sonuçlar nedeniyle yönetim değişikliği yapmak zorunda kalmıştı. Hatırlayacaksınız o acılı süreçte kendinden beklenenin çok altında kalan Kızılay için o günlerde büyük bir gazetemiz; “KIZILAY’ı AKUT’a verin” diye münasebetsiz bir başlık bile atmıştı. Hatta 1999 yılında ayyuka çıkan suçlamaları ve üzerine yapışan kötü imajı da üzerinden atabilmek için, takip eden dönemde Kızılay, ATATÜRK tarafından koyulan marka adını değiştirerek Türk Kızılayı yapmıştı. (Bugünün Türk Kızılayı geçmiş hatalarından ders almış ve adına yakışır bir şekilde dünyanın her yerinde çalışmalarını sürdürmektedir.)
Dolayısıyla Türk toplumu ne yazık ki ortak yaşamı, ortak kullanımı, birlikte yaşama kültürünü düzenleyen, kanunlar ve kuralların uygulanmasından, denetlenmesinden sorumlu olan unsurlara, yasama, yürütme ve yargı organlarına, dahası demokratik bir sistemde sorunları çözecek tek seçenek olan siyaset kurumuna ve siyasi partilere bile güvenmiyordu. Bu anketleri inceleyen biraz aklı başında olan herkes yaklaşmakta olan büyük tehlikeyi apaçık bir şekilde görebilmeliydi bence; Türk toplumu yaşamak zorunda bırakıldığı yolsuzluk, rüşvet, ahlaksızlık, adaletsizlik ve eşitsizlik süreçlerinde uzun yıllardır ezilmekten ve haksızlığa uğramaktan temel güven duygusunu o kadar yitirmiş durumdadır ki, tarihsel olarak toplumun gönlünde çok özel bir yeri olan Türk Silahlı Kuvvetleri ve bir de Gölcük Depremi’nin yarattığı muazzam acı ve yıkım karşısında yaptığı mütevazı ama bilinçli ve etkili çalışmalar nedeniyle AKUT dışında neredeyse hiçbir kuruma, sağlıklı bir toplumda olması gerektiği gibi güvenmiyor, güvenemiyordu. Bu iki kurum dışında ortak yaşamla ilgili olan ve sistemi ayakta tutan neredeyse bütün kurumlara karşı, bunu devletin kendisine diye de okuyabilirsiniz, derin bir güvensizlik hissediyordu. Bunun gideceği yer acaba ne olabilirdi? Bu bölümünün ilerleyen sayfalarında bir psikanalistin bakış açısından da destek alarak bu konuya değineceğim. Ama önce Coşkun Can Aktan’ın editörlüğünde Hak-İş Yayınları’ndan 2001 yılında çıkan; “Yolsuzlukla Mücadele Stratejileri” adlı araştırmasından birtakım verileri ve saptamaları da, biraz uzun olmakla birlikte doğrudan alıntılar olarak sizlerle paylaşmak istiyorum.
TÜRKİYE’DE SIYASAL YAPI VE KAMU YÖNETİMİ HAKKINDA DÜŞÜNCELER VE DEĞER YARGILARI
Siyasal kültürümüzde hâlâ geçerli olan “yakın çevre dışındakilere güvensizlik” eğilimi siyasal yapıda adam kayırmacılığının yaygınlaşmasının bir nedenidir. Yine Osmanlı Devleti’nde oldukça yaygın bir durum arzeden rüşvet, irtikap vb. yozlaşmalar Türkiye Cumhuriyet’inde de varlığını daima sürdürmüştür.
Ülkemizde siyasal kültürde ciddi değişim 1980’li yıllarda yaşanmıştır. Osmanlı’dan kalma değer ve tutumların yerini yeni değerler almaya başlamıştır. 1980’li yıllarda serbest piyasa ekonomisine entegre olmaya çalışan Türkiye’de, toplumun degişen bazı değer ve tutumlarını gözlemek mümkündür.
Ülkemizde maalesef geçmişten miras kalan değer ve tutumlar ile yukarıda sıralanan değer ve tutumlar 1980 sonrasında tezatlar oluşturmuştur. “Kolay yoldan para kazanma”, “köşe dönme” türünden zihniyetlerin arttığını söylemek mümkündür. Özellikle 1980 sonrasında ülke ekonomisindeki hızlı büyüme ve sanayileşme çabaları yeni kaynak ve fırsatlar yaratmıştır. Bu kaynak ve fırsatlardan yararlanma yarışı, modern anlamda yeni türde siyasal yozlaşmaları gündeme getirmiştir. Örneğin, lobicilik ve rant kollama adı verilen siyasal yozlaşma türü özellikle 1980 sonrasında yaygınlık kazanmıştır.
A. TÜSİAD’ın “Türkiye Değerler Araştırması’nın bulguları
“1990-1991 Dünya Değerler Araştırması çerçevesinde TÜSİAD’ın sponsorluğunda gerçekleştirilen Türkiye Değerler Araştırması’nın sonuçları ülkemizde siyasal yapı ve kurumlar hakkında ilginç bazı sonuçlar ortaya çıkarmıştır.
... açık bir şekilde ülkemizde Türk siyaset sistemine, TBMM’ye, mahkemelere ve devlet memurlarına olan güven duygusunun pek yüksek olmadığı dikkat çekmektedir. Yapılan araştırmaya göre ülkemizde en çok güven duyulan kurum Silahlı Kuvvetlerdir.”
“Türkiye’deki kamu bürokratının halkın gözündeki görüntüsünün hâlâ son derece olumsuz olduğu görülmektedir. Osmanlı İmparatorluğu döneminden kalan üstün yetkili, devletin temsilcisi ve hâkimi, egemen gücün sorumsuz ve sınırsız kullanıcısı ve halkın sorunlarına karşı ilgisiz ve duyarsız, ondan farklı ve ona üstten bakan bir konumdaki ceberrut ve keyfi saltanat sahibi bir kişi görüntüsü ve onun benzeri bir görünümündeki tek parti dönemindeki uzantısının siyasal kültürümüzdeki imgesinin pek de değişmeden sürmekte olduğunu söyleyebiliriz.”
Yine aynı araştırmada “Devletin İşleyişi halka daha açık bir hale getirilmelidir görüşü hakkında ne düşünüyorsunuz?” sorusuna ortalama % 90’ın üzerinde bir oranla kabul (evet) cevabı alınmıştır. Bu sonucu ülkemizde yönetimde açıklığın (şeffaflığın) olmadığı şeklinde yorumlamak mümkündür.
B. MÜSİAD’ın “Orta Büyüklükteki İşletmeler ve Bürokrasi Araştırması”nın Bulguları
... anlaşılacağı üzere ülkemizde sanayici kesimin Türk kamu yönetimi ve bürokrasiye olan düşüncesi oldukça olumsuzdur. Araştırmaya göre özel işletme sahip ve yöneticileri büyük bir yüzdeyle devlet ve belediye memurlarını “bilgisiz”, “engelleyici”, “tembel”, “yiyici” olarak görmektedirler. Kamu yöneticileri hakkındaki düşünceler ise “taraflı”, “politize olmuş”, “bürokrasiyi arttıran”, “çıkarcı” ve saire şeklindedir.
C. TÜGİAD’ın “Türkiye’de Adalet Hizmetleri” Araştırmasının Bulguları
Türkiye Genç İşadamları Derneği’nin (TÜGİAD) 1993 yılında kendi üyeleri arasında yaptığı anket sonuçlarına göre, Türkiye’de hukuk sistemine ve adalet hizmetlerini gerçekleştiren hâkim, savcı ve avukatlara olan güven duygusu tespit edilmeye çalışılmıştır. Söz konusu araştırmanın sonuçları aşağıda sunulmuştur:
TÜGİAD’ın anketine katılan genç işadamlarının yüzde 54.4’ü Türk hukuk ve adalet sistemine güvenmemektedir. Türk hukuk ve adalet sistemine “hiç güvenmiyorum” diyenlerin oranı % 32.8, “güveniyorum” diyenlerin sayısı ise % 3.2’dir.
Ankete katılan TÜGİAD üyelerinin yüzde 34.4’ü ülkemizde hâkimlere güvenmemektedir. Hâkimlere güvendiğini belirtenlerin oranı ise sadece yüzde 27.9 düzeyindedir. Avukatlara ilişkin değerlendirmeler ise şu şekildedir: Ankete katılanların yüzde 39.3’ü avukatlara güvendiğini, yüzde 34.4’ü ise güvenmediğini belirtmiştir. Savcılara yönelik değerlendirmede ise ankete katılanların yüzde 44.3’ü kararsız olduklarını belirtmekte, yüzde 28.9’u ise savcılara güvenmediklerini belirtmişlerdir.
TÜGİAD’ın anket çalışmasında ayrıca genç işadamlarına yöneltilen “Davanızın adil bir biçimde sonuçlandığına inanıyor musunuz?” ve “Hâkimler dava dosyalarını yeterince inceleyerek karar veriyorlar mı?” sorularına verilen cevaplar ise yüzde olarak aşağıda gösterilmiştir. Herhangi bir nedenle davalı ya da davacı olan genç işadamlarının yüzde 60.7’si ülkemizde davaların adil bir biçimde sonuçlanmadığını belirtmektedir. Ankete katılanlar davaların adil sonuçlanmama nedenlerini; hâkimlerin yeterince inceleme yapmamasına (yüzde 27), adalet sistemindeki aksaklıklara (yüzde 21), mahkemelerin yavaş çalışmasına (yüzde 18) ve yasaların günümüz koşullarına uygun olmamasına bağlamaktadır. Öte yandan görüşlerine başvurulan işadamlarının yüzde 98.3’ü hâkimlerin dava dosyalarını yeterince incelemediği kanaatini taşımaktadır.
D. TESEV’in “Türkiye’de Yolsuzluklar Araştırması’nın Bulguları
Hanehalkları ile yapılan anketin sonuçlarını şu şekilde özetleyebiliriz.
1. TESEV araştırmasına göre ülkemizde çözülmesi gereken en önemli sorunların başında yolsuzluklar gelmektedir. Ankette sorulan “Türkiye’nin çözülmesi gereken en önemli sorunu nedir? Sorusuna verilen cevap sıralaması şu şekildedir: Enflasyon yüzde 34; işsizlik yüzde 26; rüşvet ve yolsuzluk yüzde 14; eğitim yüzde 8; PKK / güneydoğu sorunu yüzde 6; demokrasi / fikir özgürlüğü yüzde 5; sağlık / sosyal güvenlik yüzde 3; ahlaki yozlaşma yüzde 3.6 .
Ankete verilen cevap sıralamasına bakıldığında rüşvet ve yolsuzluklar üçüncü sırada bulunmaktadır. Yani rüşvet ve yolsuzluk Türkiye’nin yüz yüze bulunduğu en önemli sorunlarından biri olarak düşünülmektedir.
2. TESEV’in yolsuzluk araştırmasında halkın kurumlara (özel, kamu ve kar amacı gütmeyen kurumlar) duyduğu güven de tespit edilmeye çalışılmıştır.
Anket sonuçlarına baktığımızda Silahlı Kuvvetler ve AKUT hariç tüm kurum ve kuruluşlara halkın güven oranı yaklaşık olarak yüzde 50’nin altındadır. Halkın en az güven duyduğu kurumların başında siyasal partiler ve TBMM gelmektedir. Üçüncü sırada ise merkezi yönetim kuruluşları gelmektedir.
3. Meslek gruplarının dürüstlüğü konularında kamuoyunun algılanan değer yargıları da pek olumlu değildir. Anket bulgularına göre ülkemizde tüm meslek alanlarında dürüstlük oranı oldukça düşüktür. Hanehalklarına göre dürüst olmayan meslek gruplarının başında sırasıyla milletvekilleri, gümrük memurları, trafik polisleri, vergi memurları, tapu kadastro memurları gelmektedir.
4. TESEV’in Hanehalkı Yolsuzluk Araştırması’na göre ülkemizde kamu kurum ve kuruluşlarında rüşvet ve yolsuzlukların genel olarak yaygın olduğu sonucuna ulaşılmıştır. Rüşvet ve yolsuzluğun en yaygın olduğu mesleklerin / kurumların başında sırasıyla trafik polisi, gümrük, vergi daireleri, tapu daireleri, belediyeler vs. gelmektedir. Rüşvet ve yolsuzlukların göreceli olarak en az yaygın olduğu kurumların başında Silahlı Kuvvetler gelmektedir.
5. TESEV araştırmasında başlıca iki tür rüşvet tanımlanarak bu rüşvet türlerinin kurumlarda ne derece yaygın olduğu tespit edilmeye çalışılmıştır. Tanımlanan rüşvet tipleri şunlardır:
Birincisi; vatandaş aslında yasalara göre hakkı olan bir hizmetten yararlanmak isterken aşırı bürokrasi, aşırı iş yükü veya görevlilerin işi yokuşa sürmesi nedeniyle işin yapılmaması veya çok geç yapılması durumuyla karşılaşmaktadır. Bu sorunu çözmek amacıyla vatandaş kural dışı bir ödeme yaparak veya hediye vererek, rüşvet ödemek yoluna gitmektedir.
İkincisi; Vatandaşların aslında yasalara göre hakkı olmayan bir işini yaptırmak amacıyla kural dışı bir ödeme yaparak veya hediye vererek rüşvet ödemeleri söz konusu olmaktadır.
Kurumlarda yaygın olan rüşvet tiplerine baktığımızda ise şu sonuçların tespit edildiğini görüyoruz. Birinci tip rüşvet özellikle devlet hastanelerinde, tapu dairelerinde, ilk ve orta öğretim kurumlarında ve belediyelerde daha yaygın durumdadır. İkinci tip rüşvet ise daha ziyade trafik polisi, gümrük, trafik dışında kalan genel polis hizmetlerinde daha yaygınlık göstermektedir.
Değişik kurumlar tarafından değişik zamanlarda yapılan, yukarıda bir kısım sonuçlarını sizlerle paylaştığım kapsamlı anket çalışmalarının gösterdiği özetle tek bir sonuç var; Türk toplumu, özellikle 1980 sonrası süreçte, toplumsal örgütlenmenin temellerini oluşturan ve sistemi ayakta tutan, Silahlı Kuvvetler haricindeki neredeyse bütün kurumlara karşı güven duygusunu önemli ölçüde yitirmiş ve bundan kaynaklanan tehditlere son derece açık hale gelmiş, getirilmiştir. Bugün yaşadığımız birçok sıkıntı aslında uzun bir süredir yaşamak zorunda bırakıldığımız bu sürecin kaçınılmaz bir sonucudur.
Milli Güvenlik Kurulu; düzenli olarak Türkiye’nin iç tehdit değerlendirmesini yaparken uzun yıllar bölücü ve irticai faaliyetleri en önemli iki temel tehdit olarak ele almıştı. Kişisel görüşüm; yukarıdaki anketlerde de doğrulandığı gibi, en az bu iki konu kadar önemli bir tehdit olan, giderek her yeri ele geçiren ve toplumu çaresiz bırakan yolsuzluk ve rüşvet gibi hastalıkları ve hukukun üstünlüğünün aldığı yaraları yeteri kadar dikkate almayan anlayışın da bugünkü noktaya gelinmesinde önemli bir payı olduğudur.
Bir sorunu çözebilmenin ön şartı onu sorun olarak algılamaktır...
Bütün bu süreç içerisinde güven duygusu iyice yaralanmış Türk toplumunun, bunca resmi, özel, hatta kamu yararı güden kurumlara bile güveninin kalmadığı bir dönemde, AKUT’a bu kadar üst düzeyde bir güvenle yaklaşması birileri ve bir yerleri ciddi şekilde rahatsız etmiş belli ki. İşte bunun sonucunda da takip eden süreçte hakkımızda çok ciddi, hatta profesyonelce kurgulanmış karalama kampanyaları başlatılmıştı. Bu kirli bilgi çalışmalarını ayrı bir bölümde ele alacağım.
Peki bütün bu yapılanlar acaba AKUT’un toplum gözündeki değerini ne kadar yıprattı? Hakkımızdaki kirli bilgi çalışmalarının 2000-2002 yıllarında ciddi bir zarar verdiğini ve bize şüpheyle bakılmasına yol açtığını ne yazık ki kabul etmemiz gerekir. Ama bu dünyadaki en büyük güç istikrar ve kararlılıktır. Her şeye rağmen istikrarını ve ilk günkü kararlılığını, gönüllüleri eliyle büyük bir özveriyle sürdürdüğü ve bütün engellemelere rağmen giderek büyümeyi de başardığı için, sonuçta AKUT’un tekrar hak ettiği saygınlığa ulaştığını gururla paylaşmak isterim.
2007 yılı Mart ayında İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Mezun ve Mensupları Vakfı tarafından yapılan “Yolsuzluğa Bakış Araştırması; İstanbul Örneği” başlıklı araştırmanın, Vakfın Mütevelli Heyeti başkanı Prof. Dr. Esfender Korkmaz’ın bir basın toplantısıyla açıkladığı sonuçlarına göre; Türk Silahlı Kuvvetleri yine en güvenilen kurum seçilmişti. En az güvenilen kurumlar ise belediyeler, siyasi partiler ve medya olarak çıkmıştı. Sivil Toplum Kuruluşlarında ise en güvenilir kurumlarda ilk sırayı AKUT almıştı, onu da sırasıyla Mehmetçik Vakfı, Deniz Feneri Derneği, TEMA Vakfı, Türk Eğitim Vakfı ve Kızılay takip ediyordu.
2007 yılı Nisan ayında bu kez Capital dergisi “Türkiye’nin Sosyal Sorumlulukta Liderleri” başlıklı geniş kapsamlı bir araştırma yayınladı. Ağırlıklı olarak iş dünyasının ele alındığı bu araştırmada elde edilen sonuçlar şöyle; 2005 yılının en başarılı sivil toplum örgütü Deniz Feneri olarak çıkıyor, ardından da ikinci sırada AKUT geliyor. Onu da sırasıyla TEMA, KIZILAY, AÇEV izliyor. 2006 yılının en başarılı sivil toplum örgütü değerlendirmesinde bu kez AKUT beşinci sırada algılanıyor. İlk dört sırayı sırasıyla Deniz Feneri, TEMA, AÇEV ve KIZILAY alıyor.
2006 yılının en başarılı sosyal sorumluluk projesi değerlendirmesinde AKUT’un bütün Türkiye’yi bir tır ve bir ambulansla baştan başa geçtiği ve afet konularında toplum bilinçlendirme çalışmaları yaptığı “BİR NEFES İÇİN” adlı proje 7. seçiliyor. İlk sırada Milliyet’in desteklediği “Baba Beni Okula Gönder” projesi, 2. sırada UNICEF’in desteklediği “Haydi Kızlar Okula” projsi, 3. sırada Hürriyet’in desteklediği “Aile İçi Şiddete Son” projesi, 4. sırada TEMA’nın “Türkiye Çöl Olmasın” projesi, 5. sırada Turkcell’in desteklediği “Kardelenler” projesi ve 6. sırada da Arçelik’in desteklediği “Eğitimde Gönül Birliği” projesi yer alıyor. Bizim arkamızdan 8. Sırada Türkiye Bankalar Birliği’nin “Çocuklara Sağlıklı Bir Gelecek” projesi, 9. sırada Show TV’nin “Yaşasın Okulumuz” projesi ve 10. sırada da Danone’nin “Gülümseyen Gelecek Ana Sınıfları” projesi yer alıyor. (Ek: 34)
Bu projeleri ve sponsorlarını size detaylı olarak vermemin sebebi; maddi güçleri milyon dolarlarla ifade edilen yukarıdaki kurumların gerçekten de anlamlı ve başarılı projelerinin arasına, yıllık ortalama aldığı bağış miktarı sadece ve sadece 150-200.000 YTL gibi, yukarıdaki devlerin arasında lafı bile edilemeyecek kadar düşük olan AKUT gibi bir STK’nın girebilmiş olmasına dikkatinizi çekmeyi istediğim içindir.
İşte Türk insanının bütün karalama kampanyalarına rağmen AKUT’a duyduğu büyük güven, hiçbir zaman taviz vermediğimiz kararlılığımız, çalışkanlığımız, özverimiz ve bilinçli duruşumuz nedeniyledir.
Bu bölümde son olarak sizlere bambaşka bir pencereden bakarak, çok değerli bir psikanalist olan Prof. Dr. Vamık Volkan’ın geniş gruplar ve temel güven duygusu konularında yaptığı çalışmalardan bahsetmek istiyorum. Değindiğim konular haliyle uzmanı olduğum alanlar değil. Lütfen bunları okuyan, gözlemleyen ve anlamaya çalışan bir insan olarak dikkatimi çeken birtakım saptamaları ve ilişkileri paylaşma çabası olarak değerlendirin.
Prof Dr. Vamık Volkan, son derece ilgi çekici Körü Körüne İnanç - Kriz ve Terör Dönemlerinde Geniş Gruplar ve Liderleri kitabında aşağıdaki saptamaları yapar, kitabın içinden seçtiğim bölümleri hiç yorum katmadan sizinle paylaşmak istiyorum;
“Bu kitap geniş grup kimliğine, tehdit altındaki toplumların geniş grup oluşturma yönündeki gerileme (regresyon) eğilimine ve politik liderlerin bu gerilemeyi nasıl yönlendirebileceği sorunlarına odaklanmaktadır. Geniş grup kimliği kavramı, çoğu yaşamları boyunca asla bir araya gelmeyecek olan binlerce ya da milyonlarca bireyin, aynı etnik, dini, ulusal ya da ideolojik gruba ait olmaya dayalı yoğun bir aynılık duygusuyla birbirlerine nasıl bağlandıklarını tanımlamaktadır. Şurası ilginçtir ki, grup kimliği yaşantımızın akışı içinde bilinçli olarak odaklandığımız bir şey değildir.
Geniş gruplar da gerilemeye uğrar.
Bu nedenle, bir grubun kendini güvende hissetmeye yönelik çabaları, stres altındaki insan doğasının dışavurumlarıyla kaynaşmakta ve belli alanlarda gerçeklik ile fantezi arasındaki sınırlar bulanıklaşmaktadır. Gerileme kendi başına iyi ya da kötü bir şey değildir; gerileme bireylerde ve gruplarda kendini gösteren insani bir durumdur. Fakat geniş gruplardaki gerileme, politik liderlerin yönlendirmesine açık bir şeydir.
Demokratik ülkelerde dahi, kriz ya da terör dönemlerinde lider/yönetim’den kamuya doğru olan trafiğe daha fazla odaklanılması söz konusu olur, çünkü kamu, kendisini, kişisel kimliğini ve geniş grup kimliğini koruyacak bir “kurtarıcı” aramaktadır.
Kriz ve terör dönemlerinde liderler, yandaşlarını iyileştirebilirler de, zehirleyebilirler de.
Geniş grupların gerilemesi, merhum psikanalist Erik Erikson’un temel güven duygusu olarak adlandırdığı şeyi bozar. Bu bir çocuğun kendi güvenliğini bakıcılarının eline bırakmakla kendini güvende hissetmeyi nasıl öğrendiğini tanımlayan bir kavramdır ve çocuk temel güven duygusunu geliştirerek kendine nasıl güven duyacağını keşfeder. Normal koşullar altında yetişkinler de, normal işlevsellik düzeyindeki vatandaşlar olma konumunu devam ettirebilmek için, kendilerine ve başkalarına güvenirler. Sözgelimi, temel güven duygusu olmasa ben, aşırı bir endişe duymadan bir uçağa binemem; çünkü hayatımı uçağın planlayıcılarının, yapımcılarının ve de pilotlarının ellerine güvenle teslim edemem. Temel güven duygusu o kadar esas bir şeydir ki, işlevsel temel güven duygusuna sahip kimseler onun varlığının farkında bile değildirler. Bir grubun üyelerinin temel güven duygusu bir kez sarsıldı mı, çizgisinden sapar ve onun yerini körü körüne güven alır. Bu gibi toplumsal gerileme durumlarında liderlerin görüşlerini ve gösterdikleri yönü, yapıcı ya da yıkıcı olduklarına bakılmaksızın takip etme eğiliminde oluruz.
Ayrıca, geniş grup stres altında kaldıkça yaşanılan örselenmeye yanıt olarak, bireyler arasındaki düşünme ve hissetme farklılıkları giderek azalma eğilimi gösterir.
Bu kitabın amacı, geniş grup gerilemesinin yönlendirilmesinin ve beraberindeki kimliği devam ettirme, koruma ve onarma amaçlı geniş grup ritüellerinin, tariflere sığmaz barbarlıkta şiddet eylemleri için gerekli atmosferi nasıl hazırlayabildiğini gözler önüne sermektir.
Gerileme özünde kötü ya da iyi bir şey değildir; gerileme belirli düzeylerdeki örselenme, tehdit ya da stres karşısında verilen kaçınılmaz bir tepkidir.
Gerileme inatçı ve uzun süreli bir nitelik kazandıysa birtakım psikolojik sorunların bulunduğu söylenebilir.
Geniş Grup Gerilemesi’nin Özellikleri
1. Grup üyeleri bireyselliklerini yitirirler.
2. Grup gözü kapalı bir biçimde liderin çevresinde toplanır.
3. Grup “iyi” (yani sadakatle lideri izleyen) ve “kötü” (yani lidere karşıt algılanan) parçalara bölünür.
4. Grup kendisiyle “düşman” (bunlar genellikle komşudurlar) gruplar arasında keskin bir “biz” ve “onlar” bölünmesi yaratır.
5. Grubun ortak ahlak ya da inanç dizgesi, kendisiyle çatışmalı olarak algılanana karşı giderek mutlakçı ve cezalandırıcı bir hale gelir.
6. Grup aşırı derecede “içe alma” ve “yansıtma” düzeneği uygular ve buna bağlı olarak paylaşılmış depresif duygulardan ortak paranoid beklentilere dek değişen duygudurum oynamaları yaşayabilir.
7. Grup ortak kimliğini sürdürmek adına bir şeyi yapma “hakkı”na sahip olduğu duygusunu yaşar.
8. Grup üyeleri, artan ölçüde bir büyüsel düşünce ve gerçekliğin bulanması durumu yaşarlar.
9. Grup, yeni kültürel fenomenler yaşar ya da grup kimliğini korumak üzere geleneksel toplumsal âdetlerin yenilenmiş biçimlerini benimser.
10. Grubun seçilmiş örselenmeleri ve zaferleri yeniden etkinlik kazanır ve bu da bir zaman çökmesine yol açar.
11. Önderlik, grubun tarihsel sürekliliğini parçalar ve aradaki boşluğu şu tür ögelerle doldurur: “Yeni” ulus, etnik duygular, köktendincilik ya da ideoloji; buna “yeni” bir ahlak ve bazen de grup için istenmeyen ögeleri defeden “yeni” bir tarih eşlik eder.
12. Grup üyeleri, grubun ortak simgelerinden bazılarını proto-simgeler olarak yaşamaya başlar.
13. Ortak imgeler, düşman grupları giderek daha artan bir biçimde insandan aşağı özelliklerle ilişkili simgelerle ya da proto-sembollerle betimler ve insanlıktan çıkarır;Cinler, böcekler, mikroplar, insan müsveddeleri.
14. Grup coğrafi ya da yasal sınırları “ikinci bir deri” olarak yaşar.
15. Grup kendisi ile düşman gruplar arasındaki küçük farklılıklar üzerine odaklanır.
16. Önderlik, aile içindeki temel güveni yıkar ve aile içindeki, normal çocukluk çağı gelişiminde ve ergenlik geçişinde ortaya çıkan rollerle (özellikle de kadınların rolüyle) çatışan yeni bir tür aile hiyerarşisi yaratır.
17. Grup üyeleri “kan” kavramı ile ve ortak ya da katışıksız varoluşla aşırı ilgili bir hale gelirler.
18. Grup arındırmayı simgeleyen davranışlarda bulunmaya başlar.
19. Grup beğenisi, güzel olanı çirkin olandan ayırmada güçlük yaşar.
20. Grup, fiziksel çevresini gri-kahverengi, şekilsiz (simgesel olarak dışkısal) bir yapıya dönüştürür.
Bir toplumun gerilemiş olarak değerlendirilmesi için bu 20 adet işaret ve belirtinin hepsinin de sergilenmiş olması gerekmez; bu nedenle ben bir toplumun gerilemiş tanısı alması için kaç işaret ve belirtinin var olması gerektiğini söyleyemen. Belirleme, olgudan olguya değişen bir temelde yapılmalıdır.
Gerilemiş toplumlarda yönetim kadrosundan olmayan (askeri ya da sivil) yandaşlar arasındaki toplumsal ve politik hiyerarşi silinmiş gözükür. Bu düzleşmiş toplumsal yapı, liderin çevresinde gözü kapalı bir biçimde toplanılmasıyla ilişkilidir. Bu tür toplumlarda (ya da dini tarikatlar gibi alt gruplarda) üyeler ayrıca temel güven duygusuna yönelik tehditlerle birlikte liderlik kurumuna aşırı bir bağlılık duygusu yaşarlar. Yandaşlar, temel güven duygusunun kaybıyla birlikte engellenme yaşar, kendi saldırganlıklarının farkına varırlar, fakat bunun dışa vurulması tehlikeli olabilir. Lidere sunulan aşırı destek yani bağlılık bu saldırganlığı gizlemenin önemli bir yoludur. Lider, kendi gücü sayesinde grubun bir üyesini “yaratabilir ya da yıkabilir”; tümgüçlü (omnipotent) olarak algılanır, bu nedenle sevildiği kadar korkulur.
Geniş grup gerilemesi sertleşmeye başladığı durumlarda düşman giderek artan bir biçimde istenmeyen her türlü niteliğin bir yumağı olarak algılanmaya başlanır. Bu tür olumsuz düşünce kalıpları bağlamında düşman çoğu kez aşağı sınıftan bir insan olarak, en kötü olasılıkla da aslında insan olmayan bir varlık olarak düşünülür. Merhum İsrailli psikanalist Rafael Moses, her grubun başka bir grubu insanlıktan uzaklaştırırken kendi insanlığını yitirdiğini gözlemiştir; aksi halde başka insanlara karşı bu derece vahşi davranamazlardı.”
Türk siyaset sahnesi 2002 yılından bu yana köklü bir değişim sürecine girdi. Daha önce toplumda görece küçük bir yüzdenin desteğini arkasına alabilen milli görüş ve paralelindeki anlayış, 2002 yılında ve arkasından 2007 yılında muazzam bir çıkış yaparak siyaset sahnesindeki bütün dengeleri altüst etti. 2002 yılı seçimlerinde, Türk milletinin bütün sisteme, hatta devlete güvensizliğini yaratan süreçten büyük oranda sorumlu olan bütün siyasi partiler siyaset sahnesinden silindiler. Yıllarca hoyratça ve düşüncesizce kullandıkları yetkilerini, halk bir seçimde ellerinden aldı ve onları meclis dışına attı. Yerine de daha önce denenmemiş olan yeni bir siyasi partiyi getirdi. Toplum psikolojisini ve sosyoloji bilimini takip eden uzmanlar için bu tür bir sonucun gelmekte olduğunu öngörmek bence çok zor olmamalıydı. Bilimsel bakış açısından uzak ve kalıp düşüncelerle olayları değerlendirmekten başka bir şey yapamayan ve çağa ayak uyduramayan yetersiz liderler, ne yazık ki toplumu göz göre göre seçeneksiz bıraktılar. Seçmen uzun süren güven bunalımı sonucunda tercihini belki biraz da mecburiyetten yeni ve denenmemiş olandan yana yaptı.
Toplumun temel güven duygusu konularında yaşamak zorunda kaldığı uzun soluklu büyük ve ciddi güven bunalımı nedeniyle, iktidarı, daha doğrusu iktidarın nimetlerini uzun yıllar aralarında paylaşan laik ve ATATÜRKçü değerlere sözde dahi olsa bağlılıkla özdeşleşmiş olan siyasi partiler, ne yazık ki sadece kendi sonlarını getirmekle kalmadılar, aynı zamanda görüntüde savundukları ATATÜRKçü değerleri ve gerçek ATATÜRKçüleri de aynı yenilgiye ortak ettiler.
1999 Gölcük Depremi sonrasında toplumda bir değişim talebi ortaya çıkmıştı, çünkü kayıplarla dolu, etik ve hukuki sayısız sorunu olan günü kurtarmaya dönük mevcut anlayışın yarattığı bütün sorunlar 45 saniyede bir tokat gibi hepimizin suratında patlamıştı. Ama kısır ve dar bir alana sıkışmış siyaset yapma anlayışı ile Devlet iradesini elinde tutan statüko, toplumun büyük bir beklentiyle istediği, her ortamda dile getirdiği ve açık olarak talep ettiği daha çağdaş, daha şeffaf, daha hesap verebilir, hukuka ve ahlaka daha saygılı bir toplum olma yönünde değişimi başlatmak yerine bu değişime direnerek birbirini didiklemeye ve suçu ona buna atıp, yapılması gerekenleri görmezden gelmeye, bütün sorumluluğu bir kaç günah keçisinin üzerine yıkmaya çalışıp konuyu değiştirmeye uğraşırken, 2001’de bir de ekonomik kriz patladı. 1999’daki toplumsal kırılmadan ve 2001’deki ekonomik kırılmadan gerekli dersi almayan ve bildiği gibi, eskisi gibi devam etmeye çalışan bütün bu olan bitenin asıl sorumlusu olan statükocu anlayış 2002 seçimlerinde büyük bir şok yaşadı. 2002 öncesinde Devlet’in örgütlü gücünün anahtarını ve direksiyonunu elinde tutan ve halktan geçici olarak emaneten aldığı bu güçle kendisini Devlet sanan siyasi partiler meclise bile giremedi, toplumdaki değişim beklentisini iyi okuyan ve doğru zamanda doğru yerde olan AKP ise kendisini bile şaşırtan bir oyla mecliste çoğunluğu aldı.
2002 yılında Türk siyaset sahnesinde köklü bir dönüşüm, değişim yaşandı. Siyasetteki bu öze ilişkin değişim kaçınılmaz olarak toplumsal hayatımızda da değişim ve dönüşümü beraberinde getirdi. 1999 ve 2001 krizleriyle kendini gösteren, toplumun eski hatalardan kurtulmaya dayalı köklü zihin haritası değişimi beklentisi yerini bambaşka ve hiç beklemediğimiz ve hazır olmadığımız başka türlü bir değişime bıraktı. Bütün bu süreçte bana en ilginç gelen gelişme ise, “Büyük Ortadoğu Projesi” ve “Ilımlı İslam” projelerinin de dünya konjönktüründeki zamanlamasının Türkiye’deki bu değişim süreciyle bu kadar eşzamanlı olarak üstüste çakışması oldu. Bu ancak kaderin bir cilvesi olarak açıklanabilir bence ya da olağanüstü bir zekanın muazzam bir projesi...
Kaderin tembel, sorumsuz, ilgisiz, tarih bilinci olmayan, geleceği göremeyen, günü kurtarmaktan başka bir şey üretemeyen ve düşünemeyen milletlere ödettiği acı ama hayat kadar gerçek bir fatura oldu bu. Neye niyet neye kısmet denir ya, işte öyle bir şey oldu bütün bu olanlar...
Bu tarihten sonra kafası iyice karışan toplum tehlikeli bir biçimde ayrışmaya ve bizden ve bizden olmayan anlayışıyla taraflara bölünmeye başladı. Bence Türkiye ve Türk insanı son yıllarda iyice şaşırmış durumdadır ve şu aralar neyin doğru, neyin yanlış, neyin kendisi için faydalı, neyin zararlı olduğunu anlamaya çalışmakta ve ne yapacağını, ne yapması gerektiğini bulabilmek adına büyük bir zihinsel mücadele vermektedir. Bence Türkiye’nin bugünlerde, belki de son 50 yılda hiç olmadığı kadar kendisine doğru yolu gösterecek ve düze çıkaracak, ülkesini gerçekten seven ve ne olup bitttiğini görebilen gerçek liderlere ihtiyacı var...
Bu sürecin arkasının nerelere gidebileceğini umarım sorumlular değerlendiriyordur
VATAN SEVGİMİZ
Kişisel başarılarımın yanı sıra, (Ek: 35) 1996 yılından bu yana AKUT’taki dostlarımla birlikte ülkemize ve insanımıza hizmet ederken, kamuoyunun dikkatini ciddi şekilde üzerimize yönlendiren 1999 Gölcük Depremi’ni takip eden aylarda hayat yavaş yavaş zorlaşmaya başladı bizim için. Çoğunuzun belki de bizim varlığımızdan ilk defa haberdar olduğu 17 Ağustos 1999 Gölcük Depremi, bizim 34. gönüllü arama ve kurtarma görevimizdi. O güne dek tam 33 defa hiç tanımadığımız insanlar için sağlığımızı, hayatımızı tehlikeye atmış ve nice canlar kurtarmıştık. Ancak kitlesel bir afete dönüşen ve neredeyse bütün sistemin çöktüğü Gölcük Depremi’nde gösterdiğimiz başarı, kurtardığımız 220 can ve Türkiye’nin dört bir tarafından gelen gönüllüleri örgütleyerek yaptığımız son derece planlı, organize ve başarılı arama / kurtarma ve yardım dağıtma çalışmaları, bizi bir anda Türkiye’nin gündemine oturtmuştu...
Buna ne hazırdık, ne bekliyorduk ne de istiyorduk. Sadece çok önemli bir boşluğu doldurmuş, en çok ihtiyaç duyulan zamanda milletimizin yardımına koşmuştuk. Mutluyduk, güvenliydik, gururluyduk, huzurluyduk. Çok iyi bir şey başarmıştık ve ATA’mıza layık Türk Gençleri olduğumuzu bir kez daha göstermiştik. Sorumluluğumuzun o kadar açık olarak farkındaydık ki, evimizden, işimizden, sevdiklerimizden haftalarca uzak kalma pahasına, gönüllü ve karşılıksız çabalarımızdan bir an bile geri adım atmadık.
O gün adını koyamadık ama, bizim bebeğimiz gibi sevdiğimiz ve her şeyin üzerinde gördüğümüz, uğruna ölümleri bile göze aldığımız şey, aslında AKUT ile sembolleştirdiğimiz ve elle tutulur hale getirdiğimiz vatan ve millet sevgimizdi. Yol göstericimiz ise bu toprakların ruhuna işlemiş olan, atalarımızın fedakâr ve kahraman ruhuydu. Her zaman büyük gurur duyduğum atalarımız hakkında yazdığım; “Biz ki Fatih Sultan Mehmet Han’ın Torunlarıyız” başlıklı makalemi burada sizlerle paylaşmak istiyorum;
“29 Mayıs 1453 tarihi bütün dünyanın hafıza kayıtlarına Türklerin İstanbul’u fethettiği, Bizans (Doğu Roma) İmparatorluğuna son vererek bir çağı kapatıp yeni bir çağı başlattığı tarih olarak geçmişti. Her Türk bu tarihle gurur duyar, göğsü kabarır ve adı geçtiğinde tüyleri ürperir. Gencecik Osmanlı Sultanı’nın eşsiz özgüveni, kararlılığı, askeri dehası ve güçlü ordusuyla Anadolu’yu kesin olarak Türk Yurdu yaptığı bu tarihi, her yıl giderek artan bir coşkuyla anıyoruz. Peygamberimiz bile yüzyıllar öncesinden, İstanbul’u fethedecek kumandanın ve askerin ne güzel kumandan ve asker olacağını müjdelemişti. Ve bu asil görev Türklere nasip oldu.
Bu destanın isimsiz kahramanlarının arasından sıyrılıp canları pahasına ilk sancağı surlara dikmeyi başaran Ulubatlı Hasan ve arkadaşlarının yiğitliklerinden, ilkokul sıralarında okurken hangimiz duygulanmadık, etkilenmedik ki. Çocukluğumun kahramanlarından biri Kubilay öğretmenken diğeri de Ulubatlı Hasan’dı. Bu genç insanların ve tarihimizde sayısız örneği bulunan benzerlerinin, kendilerinden sonrakilerin daha iyi koşullara sahip olabilmeleri için inandıkları değerler uğruna, en değerli varlıklarını; canlarını tereddütsüz hediye etmelerinin arkasındaki yüceliği hayatım boyunca anlamaya, kavramaya çalıştım.
Tarihimiz bu tür sayısız kahramanlık, fedakârlık ve yücelik örnekleriyle dolu. Kurtuluş Savaşı’mızın başladığı 19 Mayıs’ları veya İstanbul’un Fethi’ni kutladığımız 29 Mayıs’ları atalarımızın anılarına gösterdiğimiz coşku, inanç, güven ve saygıyla kutluyoruz. Uzak geçmişimizin 29 Mayıs’ında da, tıpkı yakın tarihimizin 19 Mayıs’ında olduğu gibi öyle bir milli birlik ve beraberlik duygusu yaşamalı ve yaşatmalıyız ki, herkes Türkler her türlü iç çekişmelerine rağmen, özdeğerleri ve ataları söz konusu olunca yine yanyana durmayı başarıyorlar desin.
Bizim gururla andığımız bu tarihlerin Batı dünyasındaki etkilerini de öte yandan mutlaka anlamaya çalışmalıyız. Türkleri bir daha Anadolu’dan sökemeyeceklerini anlayan Batılılar, o gün bugündür, İstanbul’u ve beraberinde kesin olarak Anadolu’yu ellerinden kaçırdıkları 29 Mayıs’ı emin olun bizim coşkumuza yakın bir üzüntü, pişmanlık ve öfke ile hatırlıyorlar.
Fatih Sultan Mehmet’ten yüzlerce yıl önce; Hun İmparatoru Attila’nın, Batı ve Doğu Roma İmparatorluklarını kuşattığı yılları, ondan yüzlerce yıl sonra Alparslan’ın Bizans İmparatoru Romen Diyojen’i esir alıp Türklerin Anadolu’ya bir daha çıkarılamayacak şekilde yerleştiği tarihi ve 850 yıl sonra; Batılıların Türkleri Anadolu’dan geldikleri yere geri yollama emellerine en yaklaştıkları sırada karşılarına dikilen Mustafa Kemal’i ve bu büyük adamların Batılıların menfaatlerine verdikleri zararı mutlaka bir kez de onların gözünden anlamaya çalışmalıyız. Toplamda 1400 yıllık bir sürece yayılan, tarihin ta kendisi olan bu muazzam rekabetin karşı tarafında bulunan ve aralarındaki birliği Hristiyanlık olgusu üzerine inşa ederek, emellerine ulaşmalarındaki en büyük engeli Türkler olarak algılayan Batı Kültürü’nün, bugünkü davranışlarının arkasındaki gerekçenin, tarihte 1400 yıllık bir geçmişi olan ve hiçbir zaman ve hiçbir koşulda unutulmayacak bu kuyruk acıları ve Türklerin en zor zamanlarda bile bir çıkış yolu bulma konusundaki ezici üstünlüğü olduğunu bir an bile aklımızdan çıkarmamalıyız.
Avrupa Birliği konularında, yaygın medyamızın büyük bir ustalıkla kamuoyu tarafından öğrenilmesini uzunca bir süre örtbas ettiği ama artık yavaş yavaş onların bile engel olamadığı Avrupa’daki çok net ve açık Türk karşıtlığının kökeninin bu tarihsel olaylara dayandığını ve kendi geleneksel eğitim ve din sistemleri içerisinde 1400 yıl kadar önce Attila’nın, 1000 yıl kadar önce Alparslan’ın, 550 yıl kadar önce Fatih Sultan Mehmet’in ve 90 yıl kadar önce Mustafa Kemal’in ve diğer iz bırakan liderlerimizin önderliğinde Türklerin Hıristiyan alemine dünyayı dar ettiği tarihsel olayları bir tek gün bile akıllarından çıkarmadıklarını unutmamalıyız.
Çok basit bir tarih araştırması bile, binbeşyüz yıla yaklaşan bu önyargı ile batılıların artık neredeyse genlerine işlemiş bir Türk karşıtlığı duygusuna sahip olduğunu anlamamıza yetecektir. Bir gün vakit bulursanız, Darwin’in, Victor Hugo’nun, Delacroix’nin, Cervantes’in, Shakespeare’in, Ronsard’ın, Martin Luther’in, Voltaire’in, Diderot’nun, Kant’ın, Herder’in, Hegel’in, Engels’in, Marx’ın, Pascal’ın, Byron’ın, Edgar Allan Poe’nun ve daha pek çok Batı’lı aydının Türkler hakkında yazdıklarını, söylediklerini bulup okuyun. Kendi kuşaklarının bu son derece değerli şahsiyetlerinin bizim hakkımızdaki düşüncelerini fark edince gözlerinize, kulaklarınıza inanamayacaksınız. Bugünkü Almanya, Fransa, Yunanistan, Güney Kıbrıs, Belçika, İsveç, İsviçre, Hollanda ve diğer AB üyesi ülkelerin siyasi kimliklerinin bizim hakkımızdaki üzücü değerlendirmeleri taraflı tarihsel eğitimlerinin kaçınılmaz bir sonucudur. Beyinleri yüzlerce yıldır öylesine yıkanmıştır ki; isteseler de başka türlü düşünemezler. Düşünmeye kalksalar kendi toplumlarından dışlanırlar.
İçeride ve dışarıda yaşadığımız bu karmaşık süreç içerisinde birlik ve beraberlik konusunda yapacağımız en büyük hata, kültürümüzü oluşturan çeşitlilik içindeki unsurların kullanım haklarının, farklı altkimlik grupları arasında paylaştırılmasına müsaade etmek olacaktır. Mustafa Kemal ne kadar atamızsa, Fatih Sultan Mehmet de o kadar atamızdır. Türklük, Osmanlılık, Müslümanlık, Anadoluluk, Ayyıldızlı Bayrağımız, Türkçe, yüzünü çağdaş medeniyetlere dönmek, hoşgörülü olmak hepimizin ortak değerleridir. Kim ne derse desin, bu değerlerin bir teki bile eksik olsa, biz biz olmaktan çıkar başka bir şey olurduk; tarih de başka türlü yazılırdı. Türklerin son büyük devletinin sahipleri olarak geçmişimize ve değerlerimize her şeyiyle birlikte sahip çıkmalıyız. Bu süreçte yapılacak en küçük bir hata, süreç içerisinde bizi özdeğerlerimize yabancılaştırabilir ve çözümü çok zor tohumların ekilmesine yol açabilir.
Fatih Sultan Mehmet, 59 gün süren kuşatma esnasında Bizans İmparatoru’nun anlaşma karşılığında vergi vermeyi kabul edeceğini bildiren elçilerine şu cevabı verir; “Buradan gitmekliğim mümkün değildir. Ya ben Bizansı alırım, ya da Bizans beni.” Mustafa Kemal; “Ya İstiklal Ya Ölüm” der. Bizler gri tonları sevmeyiz, her şeyin açık, net, anlaşılır olmasını isteriz; ilişkilerde, sözlerde dürüstlük ararız; ak’a ak, kara’ya kara deriz. Düzenbazlığı, kaypaklığı, belirsizliği, renksizliği kabul etmeyiz. Biz dün ne idiysek, kim idiysek bugün de oyuz. Adımız Attila da olsa, Alparslan da olsa, Hasan da olsa, Kubilay da olsa, Mehmet de olsa, Mustafa da olsa; özümüz, değerlerimiz birdir. Bakmayın bugünlerde sesimizin çıkmadığına, bir yere kaybolduğumuz yok; sabrımız, hoşgörümüz çoktur, gönlümüz geniştir; sükutumuz ondandır. Sınav günü geldiğinde geçmiş yeniden canlanacaktır; buna kimsenin şüphesi olmasın. O gün gelinceye dek; özdeğerlerimize, kahramanlarımıza, atalarımıza hep birlikte sahip çıkmalıyız.”
Bu duygu ve düşünceleri ve atalarımızın karşı konulmaz yiğitliğini, hayata karşı dik duruşumuzun kaynağı algılayan gençler olarak, kendi yaşam sürecimizde koşulsuz vatan sevgimizin ifadesi olarak AKUT’u ve AKUT’un çalışmalarını seçtik.
AKUT sevgisi bizim için vatan sevgisi, millet sevgisiydi.
AKUT’u o kadar çok sevdik ve benimsedik ki, hepimizin hayatının birinci önceliğini hep o oluşturdu. Ailemizden, işimizden, eşimizden, sevgilimizden, arkadaşlarımızdan hatta kendimizden bile öne geçti. Gün geldi dernek içindeki bir toplantıya katılmak için sınavlarımıza girmedik, gün geldi derneğimize daha fazla vakit ayırmak için işimizden ayrıldık, yeni iş aradık, gün geldi derneğimize daha rahat gidip gelebilmek için evimizi taşıdık, gün geldi arkadaş çevremizi tamamen değiştirdik, gün gelecek bir canı daha enkazların altından çekip alabilmek için, gözyaşlarımızı içimize akıtıp anneciğimizin cenazesine bile gidemeyecektik... (Ek: 36)
Bizi diğerlerinden ayıran, çok cesur, çok güçlü veya kahraman olmamız değildi; zaten öyle de değildik. Yaptığımız sadece, bu cennet vatan uğruna gözünü kırpmadan kendini feda etmekten çekinmeyen, Çanakkale’de son bireyine kadar kırılıp da cephesini terk etmeyen o yiğitleri, Kınalı Ali’sini vatana kurban olsun diye yollayan anaları, Anadolu’nun yetiştirdiği o fedakâr ve yüce ruhlu insanları tanıdıkça, ülkemize ve insanımıza karşı hissettiğimiz sorumluluk duygumuzun kendi kapasitemiz ve çağın gereklerince dışa vurulması oldu.
Tıpkı ATATÜRK’ün dediği gibi oldu bizim hayatımız da; “Türk çocuğu, ecdadını tanıdıkça daha büyük işler yapmak için kendinde kuvvet bulacaktır.” Atalarımızı tanıdıkça daha fazlasını, daha zorunu, daha iyisini hedefledik ve yapmaya çalıştık.
Özellikle 17 Ağustos 1999 Gölcük Depremi sonrasında aramıza katılan ve AKUT yönetim hiyerarşisinde hızla yükselen yeni arkadaşlarımızdan bazılarının, askerlik görevlerini Güneydoğu’ya gönüllü giderek yapanlardan olması bir sürpriz değil, tamamen bizim iç dengelerimize çok iyi uyum sağlayabilen bu vatan evlatlarının, askeri sorumluluk, disiplin, fedakârlık, inisiyatif kullanma, kritik süreçlerde karar verme ve risk altında çalışma yeteneğine sahip geçmişlerinden ve koşulsuz vatan ve millet sevgilerinden kaynaklanıyordu.
Bu bölümde bir de bayrak sevgisi ile ilgili yazdığım; “Bayrak bütün devletler için kutsaldır” başlıklı makalemi de sizlerle paylaşmak istiyorum.
“Geçtiğimiz günlerde tartışılan bayrak, bayrağımıza saldırı ve bayrağımıza saldıranlara saldırı konularında, bayrağımızı yerkürenin en yüksek dağlarına taşıyan ilk Türk olarak izninizle birkaç söz de ben söylemek istiyorum.
Bayrak, taşıdığı soyut anlamlar itibarıyla bütün devletler için kutsaldır, bu yüzden kanunlarla da koruma altına alınmıştır. Her devlet kendi bayrağını; egemenlik haklarının ve ulusal birlik ve beraberliğinin sembolu olarak en üst düzeyde konumlandırmış ve vatandaşlarını da çocukluklarından itibaren bu yönde eğitmiştir. İnsanlar bayraklarına duyduğu saygıyı, daha doğrusu bayrakta sembolleşen vatan ve millet sevgisini, bayrak sevgisi üzerine yazılmış sayısız şiir, hikâye, efsane, destan, resim, heykel ve benzeri eserlerle dile getirir. Kırmızı kumaşı ve üzerindeki ay yıldız deseniyle bayrağını somut olarak evine, işyerine, aracına ve benzeri mekânlara asarak bu duygularını dışavurur.
Bu anlamda Türk Bayrağı; Türk Milletinin Anadolu coğrafyasındaki kayıtsız, şartsız egemenliğinin, onurunun, barışının, huzurunun, geleceğinin ve güvenliğinin sembolüdür. Bayrağı üzerinde birtakım sembollerin olduğu bir bez parçası olarak değil de, temsil ettiği bu en üst düzey değerler ölçüsünde algılamak ve gereğini de bu ölçüde yapmak gerekir.
Son günlerde yaşadığımız üzücü gelişmelerden dolayı hepimiz, olayların kontrolden çıkıp önü alınamaz sonuçlara yol açabilecek bir süreci tetiklemesinden endişe ediyoruz. Doğal olarak en çok kullanılan sözler de “sağduyulu olmak”, “halkı sağduyuya davet etmek”, “tahriklere kapılmamak” ve “dikkatli olmamızı öğütlemek” yönünde oluyor. Bayrak sevgisini, akıl ve sağduyudan yoksun fetişizm ve fanatizm seviyelerine taşıyıp, daha ortadaki konunun ne olduğunu anlamadan, bir anda parlayarak, heyecanlanarak, kontrolden çıkarak bu konular hakkında yetkili ve sorumlu kişi ve kurumlar varken onları aşıp, onların müdahalesine fırsat vermeden sadece yıkıcı, ezici kurgularla davranılmasını kabul etmemiz asla mümkün değildir. Sonuçta bir hukuk devletinde, hukuk düzeninde, her konunun sahibi ve takip mekanizmaları mevcuttur. İdeal olan da herkesin kendi üzerine düşen görevi yapmasıdır.
Devlet örgütlenmesinde devlete verilen en önemli üstünlük güç kullanma yetkisidir. Devlet, vatandaşlarından aldığı yetki ile, tarafsız ve hukuk kuralları içerisinde kalmak kaydıyla, suç işleyenleri ömür boyu hapse atmak veya öldürmek dahil her türlü yaptırımı yetkili unsurları eliyle kullanabilecek şekilde kurgulanmıştır. Sistemin bu çerçevede işlediği, adaletin kesin ve eksiksiz uygulandığı ve devletin tarafsızlığından herkes emin olduğu sürece, vatandaşlar arasında huzur, güven ve barış ilişkisi sağlıklı bir şekilde işleyişini sürdürür.
Ancak eğer devlet haklıyı koruma, haksızı cezalandırma konusunda zafiyete düşer gecikmelere meydan verirse, bir yerden sonra vatandaşlar tamamen içgüdüsel olarak kendi adalet sistemlerini devreye sokmaya çalışabilirler. İşin içinde provokasyon olsun veya olmasın, insanlar eşlerinin namusuna, anne babalarının onuruna, çocuklarının güvenliğine, kendi gururlarına veya varlıklarından daha önde gördükleri değerlere, örneğin vatanlarına, bayraklarına, atalarına, ATATÜRK’e birileri tarafından saldırıldığını gördüklerinde, bu saldırıları önleyecek kanunlarla güç kullanma yetkisiyle donatılmış unsurlar ivedilikle devreye girmezse, doğal olarak verecekleri ilk tepki bunu önlemeye ve yapanları kendi imkânları dahilinde cezalandırmaya dönük olacaktır. Bu davranış biçimini en beklenmedik ve sıradışı davranışmış gibi şaşırarak ve kınayarak değerlendirmek de, en az bu davranış biçimini cesaretlendirmek ve güçlenmesini desteklemek kadar tehlikelidir.
Bu konuyu, bayrağa saldıranlara saldırılması olayının biraz daha dışına çıkarak, örneğin toplumda artık hepimizi had safhada rahatsız eden bir kapkaççıya, bir çocuğa tecavüz eden birisine veya bir hırsıza dönük toplu şiddet olaylarını da dahil ederek yorumlamanın daha sağlıklı olacağını düşünüyorum. Hiçkimse durduk yerde birisini linç etmeye kalkmaz, bunun için birtakım koşulların, daha doğrusu birtakım birikimlerin oluşması gerekir.
Yetkililerin, acaba biz ne yaptık ta Türk Milleti’nde bu tür bir birikim ve aşırı bir hassasiyet oluştu diye kendilerine sorması gerekir. Zaten oldukça tehlikeli bir hal alan sürecin buradan sonrasının kontrol altına alınmasındaki doğru hamle, milletin temel değerlerine olan hassasiyetini azaltmasını, taviz vermesini beklemek değil, temel değerlerimizin bütün milleti içine alan bir konu olduğunun vurgulanması ve yaşanması muhtemel benzeri olaylarda yetkili organların, işi vatandaşların duygusal ve tepkisel tavırlarına bırakmadan ivedilik ve kesinlikle çözmelerine dönük şekilde yönlendirilmeleri olacaktır.
1906 yılında, Japon-Rus savaşını sona erdirmeyi başardığı için Nobel Barış Ödülü’ne layık görülen, aynı zamanda da ilk Nobel ödülü alan Amerikalı olan, Amerika eski devlet başkanı Theodore Roosevelt’in 1917’de dediği gibi, “Eğer doğruluk ve barış arasında bir seçim yapmak zorunda kalırsam, doğruluğu seçerim.” Nobel Barış Ödüllü bir adamın; doğruluğu, barışın önünde görmesinden herkesin ders alacağını umuyorum.
Elbette ki aklı başında hiç kimse her şey yolunda giderken savaşı barışa tercih etmez. Ancak barış iki taraflı bir denklemdir, her iki tarafın da konuya aynı şekilde yaklaşması gerekir. Üzerine kurulu olduğu temel değerleri koruma konusunda yeteri ve gereği kadar kararlı olmayan toplumların, süreç içerisinde her şeylerini kaybetme tehlikesi ile karşı karşıya kalacaklarını unutmamalıyız.
Bu söylediklerimin ışığında, inandığımız değerlere ve kendimize olan saygımızı yitirmemek adına, nasıl 17 Ağustos 1999 Gölcük Depremi’nde kimseden çağrı beklemeden, afetin bizim gücümüzü bin kat aşan boyutlarına bakmadan, bize şov yapıyor bunlar derlermiş diye düşünmeden, başlarında bir Ermeninin bulunduğu siyonist bir örgüt bunlar diye bize iftira atarlarmış diye korkmadan, sadece o anda yapılması gereken en doğru davranış o olduğu için derhal deprem bölgesine gittiysek, gelecekte herhangi bir yerde bayrağımıza, ATA’mıza veya kutsal saydığımız değerlere birilerinin saldırdığını, hakaret ettiğini görürsek ve orada bu tecavüzü durdurma yetkisinde kimse olmazsa veya olanlar görevlerini yapmazlarsa, her türlü bedele baştan razı olup aynı kararlılık ve inançla tepki vereceğimizi söylemek isterim.
İnşallah o günleri hiç yaşamayız...”
Bu bölümde bir de aktif vatandaşlık bilinci olarak ifade etmeye çalıştığım sosyal sorumluluk, sivil inisiyatif, sivil toplum kuruluşları gibi kavramlar hakkında yazdığım makalemi sizlerle paylaşmak istiyorum.
Son yıllarda sıklıkla sivil toplum örgütlerinin 21. yüzyılın belirleyici faktörlerinden biri olacağı dile getiriliyor. Gerçekten de sivil toplum örgütlerinin önemi ve bu yöndeki beklentiler son dönemde çok arttı ve gücü daha doğru anlaşılmaya başlandı. Demokratikleşme ve paralelinde gelişen sivilleşme ile birlikte eğitimle ve kültürel zenginleşmeyle insanlar kendi haklarını, sokaktaki insanların haklarını, hiç tanımadığı insanların haklarını, hatta bu dünyayı paylaştığımız diğer canlı türlerinin varolma haklarını koruma konusunda bir vizyona ve bilince erişiyorlar. Bu konuda sivil toplum kuruluşlarına, sivil inisiyatifin toplum içindeki örgütlü dinamiklerine büyük görev ve sorumluluk düşüyor. Çok yakın bir geçmişe dek, Türkiye’de sivil kuruluşlar sıradan bir taraftarlık veya destekçilik yaklaşımı haricinde, belirli bir amaç ve vizyon doğrultusunda kitleleri peşinden sürükleyecek güçte değildi. Türkiye’de faal görünen sivil toplum örgütlerinin çoğu hemşehri ve dayanışma dernekleridir. Bugün için tam olarak kamu tarafından kucaklanmış - kitleselleşmiş olmamakla birlikte, insanlar, her şeyi devletten beklemekten vazgeçerek, kendi olanaklarıyla ve kendi inisiyatifleriyle, kendi kaynaklarını koordine edebileceğini ve bunları toplumun yararına yönlendirerek çok ciddi bir katma değer yaratabileceğini, sivil toplum örgütlerinin yaptırımının ne kadar büyük olabileceğini görmeye başlıyor.
Sivil toplum hareketlerini en basit ifadeyle; ‘aktif vatandaşlık’ kavramı içinde değerlendirip, tanımını da; başkalarına saygı gösteren, sorun çözmede girişimci ve yenilikçi olan, eyleme dönük araçlar yaratabilen, kendi iç enerjisi ile harekete geçebilen ve toplumun daha az şanslı kesimleri için toplumsal destek sağlamak üzere kendilerini düzenleyebilen örgütlü insan toplulukları olarak yapabiliriz. Toplumsal hayatı da, kökenine bakılmaksızın tarihsel, coğrafi ve siyasi geçmişinden dolayı aynı toprak üzerinde yaşamak durumunda olan ve menfaatleri birbiriyle yakından ilişkili olan toplumun, üzerinde büyük ölçüde hemfikir olduğu birtakım yazılı kurallara (kanunlara) ve yazılı olmayan etik değerlere (örfler, adetler, gelenekler) göre işleyen bir sosyal sözleşme olarak algılarsak; toplum içindeki her türlü örgütlü ve tanımlı yapının sorumluluğunu da, kabaca toplum hayatı içerisinde kendi ilgi, bilgi ve yetki alanına giren konularda etkin, aktif, doğru çalışmalar yapmak olarak tanımlayabiliriz.
Sivil toplum örgütlerinin görevi seçtikleri misyon çerçevesinde öncelikle önleyici, zarar azaltıcı ve geliştirici olmak bir diğer deyişle, pro aktif çalışmalar yapmaktır. Ayrıca kamu yararını ilgilendiren konularda çeşitli sebeplerle yaşanabilecek gecikmeleri ve eksiklikleri tamamlayan ve ihtiyaç halinde devletin resmi kurumlarına destek olarak devreye girecek etkin bir güç olmaktır. Örnek verecek olursak, Türkiye Eğitim Gönüllüleri Vakfı’nın amacı, Milli Eğitim Bakanlığı’na alternatif olmak değil, destek olmaktır, veya TURMEPA’nın gerçekleştirdiği Türkiye çapındaki deniz temizliği çalışması, Ulaştırma veya Çevre Bakanlığı’nın işini elinden almak amaçlı değil, sivil bir inisiyatifle, varolduğu bu topraklara gönüllü bir katkıda bulunma çabasıdır. Aynı yaklaşım, Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği, Sokak Çocukları Derneği, Özürlüler Vakfı ve benzeri yüzlerce sivil toplum örgütü için de geçerlidir. Bir diğer örnek olarak Yönetim Kurulu başkanlığını sürdürdüğüm AKUT da aynı şekilde kendisine seçtiği misyonda, acil durumlarda ve doğal afetlerde, bu görevin asıl sahibi olan Sivil Savunma Genel Müdürlüğü ile birlikte, ona bağlı olarak çalışır, ancak hiçbir zaman için Sivil Savunma sistemine bir alternatif, bir rakip değildir. Sivil toplum örgütleri çeşitli sebeplerle devletin ulaşamadığı, yetemediği, geciktiği durumlarda tamamlayıcı ve son derece dinamik ve hızlı hareket edebilen yapılarıyla ufuk açıcı bir vizyonla hareket ederler.
Sıklıkla yapılan, hatta ne yazık ki bilinçli olarak kurgulanan yanlış ise, sivil toplum örgütlerini devletin resmi kurumlarının alternatifi olarak göstermeye çalışmaktır. Gerçekte ise her iki yapı da ancak birarada işlerse sağlıklı ve üretken bir çalışma ortamı doğabilir. Kamu ve özel sektör ancak 3. Sektör adı verilen sivil toplum örgütleriyle beraber çalışırsa dengeli ve sağlıklı bir demokrasiden bahsedebiliriz. Çünkü doğru işleyen bir demokraside, seçimle göreve gelen hükümet ve meclis, atanmış bürokratlarla birlikte ülke kaynaklarını, ulusal menfaatler doğrultusunda yönlendirme ve kullanma yetkisini doğru ve etkin bir biçimde kullanır. Bu kaynakları koordine etmek hükümetin asli görevidir. Ancak çağımızdaki hızlı ve dinamik değişimlere zamanında ayak uydurabilmek, iyi niyet olsa dahi devletin kurumsal ve büyük ancak hantal gücüyle her zaman mümkün olmayabilir. Bu noktada, devletin resmi kurumlarının tamamlayıcısı rolünü gönüllü olarak üstlenen sivil toplum örgütleri devreye girer ki, gözden kaçan aradaki boşlukları tamamlayan, ekonomik ve sosyal kayıpları en aza indiren bir rol ve sorumluluk üstlenirler. Aynı zamanda devlet kurumlarına anayasa çerçevesinde verilen görevlerin, hukuk sınırları içerisinde kalmak koşuluyla takipçisi olarak sivil bir denetim mekanizması görevini üstlenirler.
Yine de zaman zaman ülke çapında çok etkin, dinamik ve başarılı işler yapan sivil toplum örgütlerini, o konuda bir zafiyet gösteren devlet yapısına alternatif olarak göstermek ve kullanmak yanılgısına düştüğümüz olaylar oluyor.
Bu görüş medyanın herhangi bir kanadının söz konusu sivil toplum örgütünü siyasi bir malzeme olarak kullanma çabası sonucunda, elindeki malzemeyi bir silah olarak görmesinden dolayı gündeme oturuyor. Bu son derece yalnış ve haksız vizyonla mutlaka mücadele etmemiz ve sistemin bütünlüğünü, ancak birlikte varolabileceğini kavramamız gerekiyor. Devlet bir toplumdaki siyasi, ekonomik ve sosyal en büyük güçtür. Ancak sonuçta insanlar, hükümetler ve meclis tarafından yönetilir. Yönetimsel kararlarda ve uygulamalarda birtakım terslikler varsa ki, ülkemizin gündemini meşgul eden pek çok olay bunun böyle olduğunu apaçık bir şekilde gözler önüne seriyor, bu eksiklikler ve yanlışların sorumluluğu sadece o olaydaki veya süreçteki hükümetin veya kamu idaresinde görevli seçilmiş veya atanmış kişilerin değil de, büyük olasılıkla son 50 yıldaki pek çok hükümeti ve diğer görevlileri de bağlayan bir yanlışlıklar zincirinin son halkası olarak karşımıza çıkmaktadır. Ortada çok önemli bir vizyon sorunu vardır ve bunun sorumluluğundan ne devlet, ne kamu sektörü, ne özel sektör, ne asker, ne sivil halk, ne medya hiç kimse kaçamaz. Ulusal ve uluslararası alanda ülkemiz, insanımız ve geleceğimiz için çok önemli kararların sonuçları sıklıkla göstermektedir ki, pek çok ilişki, karar, uygulama, inisiyatif yıllarca ve yıllarca hep hatalar ve kısa dönemli menfaatler üzerine kurulmuştur ve bunda ama az ama çok hepimizin ortak bir suç birliği mevcuttur.
Sivil toplum örgütleri, kendini geliştirmeye çok açık olmaları ve hızlı ve dinamik hareket kabiliyetlerinden dolayı, ülke gelişiminde büyük görevler üstlenebilecek konumdadır. Nitekim içinde bulunduğumuz dönemde çok etkin ve başarılı çalışmalar yapan pek çok sivil toplum örgütü mevcut. Bizim yapmamız gereken sivil toplum örgütlerimizin sayısını ve etkinliğini artırmak ve vatandaşları kendi gelecekleri ile ilgili daha etkin, daha aktif bireyler olmaları konusunda desteklemek olmalıdır. Çünkü gelişmiş bir sivil toplum hem yurttaşını bireyleştirir hem de toplumsallaştırır, hem haklarını öğretir hem de yükümlülüklerini hatırlatır. Ortak yaşama arzusu içinde bulunan çağdaş toplumlarda vatandaşlık sorumluluğunun içinde, kendisinden daha az şanslı bireyler için mücadele etmek ve çalışmak çok saygıdeğer ve toplum içinde kabul gören bir etkinliktir. Bizler Anadolu görgüsü ve eğitimi ile zaten bu vizyona ziyadesiyle yakın bir geçmişe ve genetik yapıya sahip insanlarız, bunu destekleyici çalışmalarla, halk çok daha etkili bir sivil inisiyatif geliştirebilecek altyapıya sahiptir. Osmanlı’dan hatta belki şaşıracaksınız ama Selçuklu’dan bile günümüze kalan yüzlerce yıllık birikimi ve geçmişi olan vakıfların sayısı hiç de az değildir. “İmece usulü” ve dünyanın en eski itfaiye teşkilatlarından biri olan “Tulumbacılar” bu topraklardan çıkmıştır. İçimizde doğal olarak varolan bu vizyonu, eğitim, öğretim, doğru rol modeller ve ödüllendirme-destekleme çalışmalarıyla tekrar ortaya çıkartmalı ve vatandaş olma bilinci ve sorumluluğunu her ortamda harekete geçirmeliyiz.
Unutmamalıyız ki, örgütlü toplum güçlü toplumdur.
Avrupa Birliği uyum yasaları çerçevesinde yapılan hukuksal ve yapısal reformlar Türkiye’yi daha iyi bir noktaya taşıdı. Bundan sonrasının etkinliğini, bu değişimlerin hayata geçme ve toplum ölçeğinde kabullenme hızı gösterecek. Bu noktada sivil toplum örgütleri halkı eğitici ve yönlendirici bir rol oynamalıdır. Sivil inisiyatif kavramı ile yıllardır içiçe olanlar seçtikleri alanda dünya ölçeğindeki olgulara ve kaliteye aşina olduğu için, zaten ihtiyaç duyulan değişimlerin farkındadırlar. Bugün için, devlet kademesi, askeri ve sivil bürokrasi olmak üzere kendi payına düşeni yapmış durumdadır. Toplum örgütlenmesinin etkin aktörleri olarak, siyaset mekanizmasını, asker ve sivil bürokrasiyi, özel sektörü ve sivil toplum örgütlerini görecek olursak, her yapının üzerine düşen düzeltme, iyileştirme ve geliştirme çabalarının vakit geçirilmeden uygulamaya sokulması gerektiğini vurgulamak doğru olacaktır. Sonuç olarak, devlet yapısının en etkin gücü ve yetkisini elinde bulunduran sivil siyaset, bu değişime süratle ayak uydurmalı ve arzulanan değişimi toplum yaşamında bütünleştirmelidir. Bu yasaların uygulamaya geçmesi için sivil siyaset, bu değişim yönetiminin sahibi ve uygulayıcısı olmalı, kaynakları ve karar mekanizmalarını doğru şekilde kullanmalıdır. Sivil toplum örgütleri ise yine her zamanki dinamik yapıları itibariyle, devletin ve milletin menfaatlerinin takipçisi konumunda olarak bütün gelişmeleri yakından izlemeli ve hukuk sınırları içerisinde kalmak koşuluyla değişim ve gelişim taleplerini, yol göstericilik görevlerini, yükü paylaşma sorumluluklarını yerine getirmelidir.
Bir toplumu oluşturan bireyleri yalnız bırakırsanız bunların içinden bir kısmı diğerlerinden daha zeki ve atılgan olduğu dolayısıyla rekabet avantajına sahip olduğu için sıyrılıp öne çıkar. Eğer herkesin enerjisini toplum için birleştirecek çağdaş bir sistem kurarsanız o zaman matematikçi, devlet adamı, asker, tarihçi, iş adamı, öğretmen, sivil toplumcu, vs. herkes sahip olduğu bilgiyi toplum yararına en iyi şekilde ortaya koymak için çalışır. Hem kendisi bundan tatmin olur, hem de karşılığını da sağlıklı ve dengeli bir toplumda yaşayarak alır. Böylece hep birlikte hepimiz için sinerji yaratırız. Ancak bunun olabilmesi için; adil, tarafsız ve kalıcı bir üst denge unsuru gerekir ki, modern toplumlarda bunun adı Devlet’tir.
Adil, tarafsız, etkin ve kudretli bir Devlet sinerjisinden uzak olduğumuzu düşünmeme rağmen, Türkiye hâlâ dimdik ayakta kalmayı başarabilen ve geleceğine umutla bakabilen bir ülke. Sebebi de bu topraklarda, topluma verdiğinin karşılığını alamasa bile, vermenin mutluluğunu yaşayan sayısız insanın olması. Anadolu’lu olmanın görgüsü ve kültürü çok farklı. Bizim kültürümüzde vermenin mutluluğunu içselleştirmiş hâlâ ve her şeye rağmen güçlü bir anlayış var. Türkiye işte bu fedakâr insanların omuzlarında duruyor. Bu gücü, birlikteliği ve çabayı sistemli hale dönüştürebilir ve daha da yaygınlaştırabilirsek inanılmaz bir açılım yaşayacağımıza eminim.
ATATÜRK Nisan 1922 de şöyle demişti; “Vatan mutlaka selâmet bulacak, millet mutlaka mutlu olacaktır. Çünkü kendi selâmetini, kendi saadetini memleketin ve milletin saadeti ve selâmeti için feda edebilen vatan evlâtları çoktur.”
AKUT da vermenin mutluluğunu yaşayan gönüllülerin bir araya getirdiği ülkedeki sayısız topluluklardan biri. Yaşadığımız onca sıkıntıya rağmen bundan vazgeçmedik. Açıkçası, hayatı bir magazin eğlencesi gibi algılayan zihniyet tarafından takdir edilip edilmemek de çok umurumuzda değil. Çünkü biz yaptığımız işin karşılığını kurtardığımız insanlar ve onların ailelerinin mutluluğuyla alıyoruz zaten. Yapmaya çalıştığımız şeyi anlayan, inanan ve destekleyen sessiz çoğunluk gücümüzün kaynağını oluşturuyor. Onların duaları, mutluluğu, sevgisi bizim enerjimiz oluyor.
Çok iyi anlamalıyız ki; vatan lafla, sloganlarla sevilmez, vatan eylemle sevilir. Askerlikle sınırlı olmamakla birlikte bütün askeri birliklerde yazdığı gibi; “Vatanını en çok seven görevini en iyi yapandır.” Biz görevimizi herkesten iyi yapmaya çalışırız. Bugüne kadar da Allah’ın izniyle yüzümüzü hiç kara çıkarmadık.
Bugün sokakta kimi çevirseniz Türkiye’yi, Cumhuriyeti, ATATÜRK’ü sevdiğini söyler ama bu kadarının yetmediği apaçık ortada. Demek ki Vatan sevgisi başka bir şey, Vatanı bir başka türlü sevmek gerekiyor. Vatan sevgisi; ona özel bir değer vermek, onu özel bir yerde konumlandırmaktır, onun için kararlı ve cesur bir duruştur; geçmişe saygı, geleceğe ise inançlı bir güvendir. Geçmiş ve geleceğin arasındaki bugünde ise anlamak, sahip çıkmak, sorumlu hissetmek, korumak ve yüceltmektir.
Vatanı sevmek aşık olmak gibi ciddi bir şeydir; başka sevgilere benzemez. Vatan uzaktan sevilmez, Vatan yemek sever gibi, renk sever, kıyafet sever gibi, takım tutar gibi sevilmez. Vatan öylesi de olur böylesi de olur, kazansak da olur kaybetsek de olur diyerek sevilmez, Vatan kerhen sevilmez. Vatan ruhla, bedenle, akılla, yürekle, bilekle, tepeden tırnağa insanı insan yapan her şey ile, her hücre ile sevilir.
Vatan tektir, birdir, vazgeçilmezdir, taviz verilmezdir, hiçbir şeyle kıyaslanamaz, yerine hiçbir şey konulamaz. Maldan mülkten, paradan puldan, candan canandan herşeyden geçilir, Vatandan geçilmez. Çünkü Vatan’ın içinde hayatınız, sevdikleriniz, milletiniz, atalarınız, tarihiniz, geçmişiniz, geleceğiniz, namusunuz, onurunuz, refahınız, mutluluğunuz, huzurunuz, hayalleriniz kısacası yaşama, insana ve ulusa dair ne varsa hepsi vardır. Bütün bunların bir anlamı olabilmesi için, önce bunları özgürce var edecek bir Vatan gerekir. Vatan sevgisi sevgi kelimesinin sınırlarını öylesine zorlar ki, o sevginin içini ruhla, kararlılıkla, inançla, özveriyle, eylemle beslemezseniz, sevginizin Vatana bir faydası olmaz, o sevgi ancak egonuzu tatmin etmeye yeter, çoğumuzun yaptığı gibi...
Vatan sevgisi belirli günlerde, anma etkinliklerinde, törenlerde ya da sadece duygularda yaşanacak bir heyecan değildir. Vatanı sevmenin eylemsel bir karşılığı ve sonucu etkilemeyi hedefleyen tutarlı ve inançlı bir bütünlüğü olmalıdır. Büyük önderimiz; “Vatan sevgisi ona hizmetle ölçülür” diyerek bu konunun da ölçüsünü çizmiştir. Bence bugünün şartları gereği hepimizin bu ölçüye göre kendi samimiyetini değerlendirmesi ve vicdanı ile bir hesaba girmesi gerekir. Çoğumuzun iyi niyetinden şüphem yok, ama bugünkü şartlarda sonucu etkileyemediğimiz, değiştiremediğimiz sürece sadece iyi niyet yetmiyor.
Vatan sevgisi evlat sevgisi gibi olmalıdır. Bir anne, bir baba nasıl çocuğunu her ne yaparsa yapsın, yaramazlık da yapsa, kötü bir şey de yapsa yine de sevgisinde bir azalma olmaz, ilk günkü gibi evlat sevgisiyle koşulsuz sever ve 24 saat, uykusunda bile evladının sağlığını, iyi okullara gitmesini, iyi imkanlara sahip olmasını, geleceğini, mutluluğunu düşünür ve bunu sağlamak için çalışır, araştırır, fedakarlık yapar, kendi yemez yedirir, kendi giymez giydirirse, gerçek vatan sevgisi de böyle olmalıdır. Ülkesini, insanları gerçekten, içten, samimiyetle seven 24 saat, uykusunda bile böyle düşünür, her davranışında böyle hareket eder. Yaptıklarının, seçimlerinin, kararlarının ülkesine zarar vermemesine, ülke hassasiyetlerine dikkat eder, onun da ötesinde ülkesine, insanına faydalı olmasını, olan bitende kendisinin de yapıcı, geliştirici, iyileştirici bir payı olmasını ister.
17 Ağustos 1999 Gölcük Depremi’nde yaşananlarda Türkiye’nin tamamı gibi bizler de çok üzüldük ve çok acı çektik. Ama biz içten bir üzüntüyle yetinmedik, derhal enkazlara koşup tutabildiğimiz kadarını, bulabildiğimiz kadarını, gücümüzün yettiği kadarını enkazların altından, ölümün kucağından çekip almaya uğraştık. Çoğumuzun televizyonda bile izlerken fena olduğu artçı depremlerin yaşandığı, acıların, umutsuzluğun ve çaresizliğin hüküm sürdüğü o günlerde AKUT gönüllüleri, kalplerindeki Vatan ve millet sevgilerinin eylemsel karşılığını korkusuzca enkazların altına girerek gösterebildiği için 220 insan, 220 aile, 220 dostluk çemberi yaşama şansını yeniden yakaladı. Vatan Lafla Değil Eylemle Sevilir adını verdiğim bu kitabın adındaki eylem çağrısı böylesine bir eylem çağrısıdır.
Yoksa siz bizim spor olsun veya sakin hayatımızda biraz heyecan olsun diye mi dağlardaki kazalara, sellere, depremlere, çığlara, orman yangınlarına, afetlere koşarak gittiğimizi düşünüyordunuz... Biz bütün bu zorluklara ve mücadelelere Vatanımızı ve milletimizi çok ama çok sevdiğimiz için, kendimizi onlara karşı sorumlu hissettiğimiz için göğüs geriyoruz.
Yukarıda anlatmaya çalıştığım kavramlar aslında hiçbirimize uzak değil. Örneklerini yazılı, görsel ve işitsel medyamızda sürekli görüyoruz. İş konuşmaya gelince çoğu mangalda kül bırakmıyor, herkes ne kadar ATATÜRKçü olduğunu, ne kadar vatansever olduğunu, ne kadar fedakâr olduğunu o kadar iyi anlatıyor ki, dinlerken tüyleriniz ürperir, gözleriniz dolar. Ancak gerçek iman, inanç hakkında konuşmakta değil; eline bıçağı alıp Hz. İbrahim gibi biricik oğlunun boğazına dayamakta ve Hz. İsmail gibi bıçağın altında sessizce yatmaktadır. Gerçek iman, konuşulacak değil yaşanacak bir şeydir. Gerçek vatan sevgisi de sorumluluk almaktır, üretmektir, çalışmaktır, gerçekleştirmektir, başarmaktır, elini taşını altına korkmadan, (ya da korkarak ama kaçmadan) koymaktır ve de bütün bunları namuslu, dürüst, ahlaklı, sorumlu yurttaşlar olarak yapmaktır.
Bu dersi yıllar bize iyi öğretti...
AKUT’UN ULUSAL KONULARDAKİ DURUŞU
AKUT ailesi olarak kurulduğumuz günden bu yana kendimizi her zaman ülkemizden ve ülkemizdeki her şeyden sorumlu hissettik. Aslında bunu sadece AKUT gönüllüsü olduğumuz için değil de; aydın, sorumluluk duygusu gelişmiş, empati yapabilen ve bu coğrafyayı paylaştığımız bizden daha az şanslı insanlar için elini taşın altına koyabilen insanlar olarak zaten içimizde yaşıyorduk. Bizi AKUT çatısı altında bir araya getiren asıl unsur belki de buydu. Bizler dışarıda başka yerlerdeyken, henüz birbirimizi bulmamışken bile sorumluluk sahibi Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları olarak zaten ülkemiz ve insanımız için bir şeyler yapmamız gerektiğine inanıyorduk ve her birimiz kendi ölçeğimizde daha önceden bir yerlerde bir şeyler yapmış, yapmaya çalışmış veya yapmayı düşünmüştük. AKUT bize hayallerimizi gerçekleştirme ve bunun sonucunda da öz güven ve öz saygı gibi değerlerimizi güçlendirme ve kendimizle daha barışık, daha dengeli ve huzurlu bir yaşam fırsatı verdi. AKUT içimizdeki gizli potansiyelimizi ortaya çıkardı ve kendimizi gerçekleştirmemizi sağladı.
Gönüllü hizmetlerimizin karşılığı, her şeye rağmen iç huzuru yüksek bir yaşam oldu. Bu hepimiz için fazlasıyla yeterli bir karşılık...
Kendisini var eden gönüllülerinin ortak iradesi ve bilinciyle birlikte oluşan ve toplumda çok geniş bir kesimin sevgi, saygı ve sempatisini kazanan AKUT, ülkedeki birtakım ciddi ulusal meselelere karşı cesur, pro aktif ve yaratıcı fikirlerle duruşunu gerektiğinde göstermekten hiçbir zaman çekinmedi. Neyin doğru olduğuna ve gerektiğine inandıysak, bize kızarlarmış, ezmeye kalkarlarmış, iftira atarlarmış demeden çıktık düşüncelerimizi açık ve net olarak ifade ettik. Aslında çağdaş ülkelerde, demokrasiyi içselleştirmiş toplumlarda zaten sivil toplum örgütlerinin yaptığı da budur; toplumun yararına olacağına inandığı değerleri kararlılıkla savunmak...
Bu bölümde de sizlerle AKUT’un ulusal konulardaki duruşunu paylaşmak istiyorum. Geçtiğimiz dönemlerde değişik konularda yaptığımız basın duyurularını tarihsel sıra ile aşağıda görebilirsiniz.
Türk milletini ciddi biçimde yaralayan ve hâlâ ABD ile olan ilişkilerimizde kapanmamış bir yara olarak hepimizin içinde duran Süleymaniye baskını sonucunda, 11 Mehmetçiğin başına çuval geçirilmesi hadisesini ilk duyduğumuzda nasıl rahatsız olduğumuzu size anlatamam. Bu olayın medyada nasıl yorumlayacağını beklemeden, 5 Temmuz 2003 günü sabah saatlerinde, henüz gazetelere bile konu şiddetli bir şekilde yansımamışken yaptığımız basın duyurusunu sizlerle paylaşmak istiyorum.
AKUT’TAN IRAK’TA YAŞANAN SON GELİŞMELER HAKKINDA KURUMSAL AÇIKLAMA
ULUSAL ONURUNU KORUYAN MİLLETLER İLELEBET PAYİDAR OLACAKTIR.
Kuzey Irak’ta yaşanan son olay üzerine şu değerlendirmeler yapılabilir:
1. Türkiye’nin güvenlik ihtiyaçları açısından halen çok riskli bir konumda ve dönemde bulunduğu görülmektedir. Güvenlik siyasetinin oluşturulması ve uygulanması açısından mevcut kurumlarımızın ve Türk Silahlı Kuvvetleri’nin önemi ve bu alandaki yüzlerce yıllık onurlu bir geçmişe ve tecrübeye dayanan birikimlerinin (sınır güvenliği, sınıraşan güvenlik konuları ve Türkiye Cumhuriyeti’nin bekası) önemi bir kez daha ortaya çıkmaktadır. Bu nedenle Güvenlik Siyaseti alanında çok güncel olan yeniden yapılanma ihtiyaçları, yaşanan bu olay çerçevesinde ve ihtiyaçlar doğrultusunda yeniden gözden geçirilmelidir.
2. Türkiye’nin güvenlik çıkarları doğrultusunda Irak’ta ve diğer bölgelerdeki kırmızı çizgilerimiz tekrar kamuoyu ile paylaşılmalıdır ve kırmızı çizgilerin aşılması halinde ulusça daha kararlı bir tavır içinde olunmalıdır ve bu anlamda ulusal birlik mutlaka sağlanmalıdır.
3. Hükümetin bu saate kadar sergilediği tavır, durumun ehemmiyeti ve aciliyeti göz önünde bulundurulduğunda yetersiz olarak algılanmakla birlikte, hükümetimizin ilerleyen saatlerde daha aktif olabileceği inancındayız.
4. Türkiye ile ABD ilişkileri yeniden ve Türkiye’nin ulusal menfaatleri gözetilerek tarif edilmelidir. ABD’ne karşı uzun vadeli yaklaşımımız belirlenmeli ve bundan sonraki gelişmeler için proaktif olarak uygulanmalıdır.
Şu saate kadar alınan bilgilerin doğru olduğu kabul edilerek yapılan bu değerlendirmeler ışığında, AKUT, Arama Kurtarma Derneği olarak, Kuzey Irak’ta Türk Askerlerinin müsadere edilmesi dahil, yapılan muameleyi kabul edemiyor hatta protesto ederek gerekli tavrın mütekabiliyet esasına dayanılarak en kısa sürede gösterilmesini arzu ve talep ediyoruz.
Bir dipnot olarak yeri gelmişken, yine bu konu hakkında “Kurtlar Vadisi - Irak” sinema filmi hakkındaki görüşlerimi de sizlerle paylaşmak istiyorum.
Filmi sinema sanatı ve görsel açıdan çok beğendiğimi ve iyi bir macera filmi olarak değerlendirdiğimi söylemek isterim, emeği geçenlerin eline sağlık. Ancak içerik ve değindiği konunun yanlış seçildiğini düşünüyorum. Türk Milleti’nin bu kadar yaralandığı ve hassas olduğu bir konuda, gerçek hayatta hesaplaşılamayan bu onur kırıcı durumun, (hesaplaşıldıysa bile bunun yine açık ortamlarda, gururumuz nasıl kırıldıysa, yine aynı mecralarda gururumuzu okşayacak şekilde bilinmesi gerektiğini düşünüyorum) bir film üzerinden vatandaş üzerinde psikolojik rahatlatma mekanizması olarak kullanılmasını kabul edemediğimi ve içime sindiremediğimi eklemek isterim.
Biz tarih boyunca destanlar yazan-yazdıran bir milletiz. Destanlarımızı bundan sonra masa başında kahvesini yudumlayan senaristler yazacaksa, bazı şeylerin zamanı gelmiş de geçiyor demektir.
Üst düzeyde izinler alınmadan bu tür bir projenin gerçekleştirilemeyeceğini düşünüyorum. Benim yetkimde olsaydı, bu tür bir senaryoya asla izin vermezdim.
Son olarak, üzerimde herhangi bir sorumluluk olmadan ve bunun rahatlığıyla yazdığım farkındayım. Burada Mustafa Kemal’in Anafartalar’da çarpışırken söylediği sözü tekrar hatırlatmak isterim; “Sorumluluk yükü her şeyden, ölümden bile ağırdır.” Herhangi bir sorumluluğun altına girenler, gereğini de ona göre yerine getirmelidir veya bu sorumluluğu yerine getireceklere bırakmalıdır... (Bu sözüm asla oradaki 11 Mehmetçik için değildir.)
Hatırlayacaksınız o günlerde, şu anda artık iyice güçlenen ve geri döndürülemez eşiği de çoktan geçmiş olan ulusal uyanış ve bilinçlenme hareketlerinin yoğun olarak gündeme girmeye başlayacağı tarihlerin içindeydik. Bizler de kendi iç yazışmalarımızda bu konulara yer veriyor ve hep birlikte üzerimize düşebilecek sorumluluklara hazırlıklı olabilmek için bilinçlenme çalışmalarımızı aksatmadan sürdürüyorduk.
Bakın yine o günlerde, Sabah gazetesi ile yıllardır sürdürdüğümüz hukuk mücadelesinde, mahkeme kararlarına rağmen bugün bile hâlâ yayınlatmayı beceremediğimiz düzeltme metni ile uğraşırken, 1 Temmuz 2003 tarihinde bir AKUT gönüllüsü düşüncelerini nasıl paylaşmış arkadaşlarıyla;
Arkadaşlar Selam,
Ne yazık ki ülkemizde bazı çevreler, kendilerini vatanı ve milleti için faydalı bir şeyler yapmaya adamış kurum ya da kişilere sorun çıkarmak için elinden gelen her şeyi yapmaktadırlar. Bu sorun çıkarma, karalama, iftira ya da yok etme adı her ne olursa olsun çok uzun zamandır süre gelmekte ve halen de devam etmektedir.
Her devirde vatanı ve milleti için bir şeyler yapmaya çalışanlar iç ya da dış güçler tarafından belli şekillerde sindirilmişlerdir, çaresiz, tek başlarına bırakılmışlardır.
Yaptıkları olumlu işler kamuoyuna negatif bir şekilde aktarılmıştır.
Tıpkı, geçmişte ve şu anda AKUT’a yapıldığı gibi. Oysa ki herkesin bilmesi gereken bir şey var.
AKUT Arama Kurtarma Derneği, Türkiye Cumhuriyeti Devleti yasalarına ve nizamlarına göre kurulmuş veremeyeceği hiçbir hesabı olmayan tamamı ile gönüllü olarak vatanına ve Türk milletine faydalı işler yapmaya çalışan ve yapan bir dernektir.
AKUT üyelerinin her biri, büyük önder ATATÜRK’ün de dediği gibi aklı hür, fikri hür, vicdanı hür, devletini, vatanını ve milletini seven, vatanın bölünmez bir bütün olduğuna inanan ve bunu savunan çağdaş ATATÜRK gençleridir.
AKUT ne bu güzel vatanı bölmeye çalışan bir terör örgütü ne de bu ülkenin insanının alın terini hortumlamaya çalışan bir çetedir.
AKUT sadece Türk ulusu ve insanlık için elinden gelenin en iyisini yapmaya çalışan gönüllü bir arama kurtarma derneğidir.
AKUT içinde her kesimden her meslekten insan bulunmaktadır. Aramızda siyaset, ideoloji, din, ırk, para hiçbir zaman konuşulmamış, konuşulmayacaktır.
Hepimizin bildiği üzere depremin yaraları sarılıp ortalık durulunca bazı kesimler önümüzü kesmek için her yolu denediler ve hâlâ da deniyorlar. Neler yapmadılar ki; ne Nasuh’un Ermeni olduğu kaldı, ne de bizlerin macera arayan zengin çocukları olduğumuz. Oysa ki bizleri gelip yakından tanıyanlar, bizlerle sohbet edenler bunun böyle olmadığını gördüler.
Hepimiz bu derneğe bir şeyleri feda ederek geliyoruz, çoğumuz sırf bu vatana daha iyi bir şeyler verebilmek için işimizi, eşimizi, çocuğumuzu geri plana atarak çalışıyoruz.
Ama ne yazık ki yaptıklarımız bazı kesimler tarafından kamuoyuna negatif olarak yansıtılıyor. Biz kimseden övgü, makam, şan, şöhret, iltifat beklemiyoruz. Çünkü insan hayatı kurtarmayı toplumu bilinçlendirmeyi şan, şöhret, makam sahibi olmak için yapmıyoruz.
Ama yaptıklarımızın da kamuoyuna objektif ve doğru olarak aktarılmasını istiyoruz. Bunu istemek de en doğal hakkımız ve bu hakkımızı da sonuna kadar savunmak bizlere düşüyor.
Geçmişte olduğu gibi gelecekte de önümüzü kesmeye çalışanlar, bizleri karalamaya, yok etmeye çalışanlar olacaktır. Ama bizleri hiçbir şey yıldıramaz, doğru bildiğimiz yolda
Türk Milleti arkamızda olduğu sürece ilerlemeye devam edeceğiz.
Son olarak bizleri engellemeye çalışanlara; önümüze ne tür engel çıkarırsanız çıkarın, çıkaracağınız her engeli aşacağımızı bilmelisiniz çünkü;
MUHTAÇ OLDUĞUMUZ KUDRET DAMARLARIMIZDAKİ ASİL KANDA MEVCUTTUR...
Sevgiler
Mahmut Ç.
Süleymaniye olayıyla ilgili yaptığımız basın duyurusu ve o günlerde sürekli gündemde olan ulusal meselelerle ilgili yukarıdaki gibi birtakım yazılar da bizim e-posta grubumuza yollanınca, aramıza yakın dönemde katılan bir-iki arkadaşımız; acaba siyaset mi yapılmaya başlandı AKUT’ta diye sorma ihtiyacı hissetmişti. Bunun üzerine herhangi bir yanlış anlamayı baştan engelleyebilmek adına, 8 Temmuz 2003 tarihinde aşağıdaki açıklamayı yolladım arkadaşlarıma;
Arkadaşlar merhaba,
Son günlerde web sayfamızda yayınlanan birtakım köşe yazarlarından yapılan alıntılar ve Irak’ta yaşanan üzücü olay sonrasında AKUT olarak hazırladığımız ve duruşumuzu gösterdiğimiz web sayfamızda yayınlanan yazı, bir - iki arkadaşımız tarafından yanlış anlaşılarak, “acaba burada tüzüğümüze aykırı olarak siyaset mi yapılıyor” şeklinde yorumlanmıştır.
Bu konudaki hassasiyetlerine teşekkür eder ve endişe etmelerini gerektirecek bir durum olmadığını, AKUT’un geçmişte olduğu gibi, bugün ve gelecekte de aynı çizgide çalışmalarını sürdüreceğini vurgulamak isterim.
AKUT - Arama Kurtarma Derneği olarak kuruluş amacımız hepimizce malumdur. Bunları gerçekleştirirken kullanacağımız metodlar da öyle.
AKUT derneği, ATATÜRK’ün kurduğu Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde yer alan sayısız alt gruptan biridir. AKUT’lular da, yine aynı sınırlar içerisindeki sayısız alt kimlikten birini oluşturur. Daha açık ifade ile; bizler için Türkiye Cumhuriyeti ve Türk vatandaşlığı hiçbir tartışmaya açık olmayacak şekilde üst kimliğimizdir. AKUT’lu olmak ise, hareketleri tutum ve davranışları hiçbir şekilde bu üst kimlikle çatışmamak durumunda olan, bizlerin seçtiği alt kimliğimizdir. Bu kimlikleri daha anlaşılır hale getirmek için, Galatasaray’lı olmak, memur olmak, anne olmak, öğrenci olmak, işçi olmak, Samsun’lu olmak, vb. gibi de açabiliriz.
Bu derneğe üye alınmadan önce yapılan mülakatlarda her yeni katılımcıya şu konular büyük bir kesinlikle ifade edilir.
1- AKUT içinde para, din, politika, ırk konuları konuşulmaz.
2- AKUT’un menfaatleri her zaman ve her durumda bireylerin, AKUT’luların ve ilişkide oldukları şirket ve kurumların menfaatlerinden önce gelir. Sadece bir tek koşulda bu kural değişir. Gün gelir, AKUT’un menfaatleri herhangi bir sebeple Türkiye’nin menfaatleri ile çelişirse, AKUT geri adım atar ve gerçek varoluş sebebi olan vatanına, milletine ve devletine hizmet etme misyonundan dolayı en ağır fedakârlıklara bile hiç çekinmeden katlanır ve gereklerini yerine getirir.
Bu konuları üyelerimizle yaptığımız sohbet toplantılarında da sıklıkla dile getirdiğimiz hepinizce malumdur.
Dernek tüzüğümüzün “6.” maddesinin “J” bendinde şu ifade yer alır;
“Dernek, amacını gerçekleştirmek için yapacağı iş ve işlemlerde ATATÜRK İlke ve İnkılaplarına bağlı olacak ve siyasetle uğraşmayacaktır.”
Bu cümlenin anlamı bizler için açıktır. AKUT, ATATÜRK’ün kurduğu Cumhuriyet’e ve onun bir araya getirip bir ulus yaptığı bu halka kendi konularındaki bilgi birikimi ve deneyimi ile hizmet etmekle yükümlüdür. Bunu yaparken de hiçbir siyasi görüşün, partinin, ideolojinin, politik vizyonun kurumsal izleyicisi veya destekçisi olamaz. Burada açık olarak anlaşılması gereken kritik nokta şudur ki; “ATATÜRKçülük”, “ATATÜRK İlke ve İnkılapları” ve “Ulusal Menfaatler” birer siyasi ideoloji değil, nefes aldığımız hava ve içtiğimiz su gibi doğal olarak varoluşumuzun temel sebebi ve Cumhuriyetin üzerine kurulduğu Türkiye Cumhuriyeti Anayasası ile de güvence altına alınmış temel kavramlardır. Bizler de sadece bu temel kavramlar çerçevesinde kalmak koşulu ile, varlık sebebimiz gereği ATATÜRK İlke ve İnkılapları’na ve Türkiye’nin ve Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının ulusal menfaatlerine sonuna kadar bağlı kalarak hareket etmekle yükümlüyüz.
Son yaşanan olay sonrasında bu tür bir açıklama yaparak duruşumuzu göstermemizin sebebi; bu konunun hiçbir şekilde şu veya bu görüşün veya partinin veya siyasi ideolojinin şahsi sorunu değil, Türkiye Cumhuriyeti’nin bölünmez bütünlüğünü kendisine temel alarak bu topraklarda yaşayan her alt grubu ve alt kimliği aynı düzeyde ilgilendiren, Türkiye Cumhuriyeti’nin ve Türk halkının ulusal onurunu hatta bekasını bile tehlikeye sokacak kadar ciddi ve sürpriz bir gelişme karşısında, ülkemize ve ulusumuza karşı taşıdığımız, özünde kendi seçimimiz olan kurumsal sorumluluk nedeniyledir.
AKUT’un web sayfasının amacı, aynı Perşembe toplantılarımızda olduğu gibi, hayatın ta kendisi gibi çok geniş bir yelpazedeki konular çerçevesinde üyelerimizin, gönüllülerimizin ve sayfamızı takip edenlerin genel kültür ve vizyonlarına katkıda bulunmaktır. Bunların içinde bizim misyon, vizyon ve değerlerimizle hiçbir bağlantısı olmadığı halde; “SARS hastalığı”, “120 milyon yıllık yeni bulunan bir mağara”, “Siyam ikizlerinin vefatı”, “Böcek sokmalarının öldürebildiği”, “Şanlıurfa’da hastane için kampanya” “Türkiye’deki yolsuzlukların boyutları” gibi temel misyonumuzla hiçbir ilgisi olmayan haberler yayınlanıyor.
Bu arada bir aklı evvel, madem burada her tür haber yayınlanabiliyor, acaba buraya ATATÜRK karşıtı veya anti laik veya PKK yanlısı veya bölücü bir söylem içeren bir haber yollarsak ne olur derse cevabını şimdiden söyleyeyim. O haber yayınlanmaz ve o kişi yakın bir incelemeye alınır. Çünkü bu derneğin üzerine kurulu olduğu ilkeler ve değerler, aynı bu ülkenin üzerine kurulu olduğu ilkeler ve değerler gibidir. Birine zarar verebilecek olan diğerine de verir. Yine biri kalkıp bunlar baktığın yere ve yoruma göre değişir derse, bu bizim yorumumuzdur, aynı fotoğraftan başka hikâye çıkarmak isteyenin Genel Kurul’da bu dileğini üyelere kabul ettirmesi gerekir.
Ve şunu tekrar ifade etmek isterim ki; gelecekte de herhangi bir şekilde varoluş sebebimiz olan Cumhuriyetimizin tehlikeye girdiği her durum ve şartta, Mustafa Kemal’in Nutkunda ve Türk Gençliğine hitabında vücut bulan konum ve durumlarda, “siyasi” bir tavır olarak değil, bu ülkenin evlatları tarafından kurulmuş onurlu bir sivil toplum kuruluşu olarak, varoluşumuzun doğal bir sonucu olarak tavrımızı hiç çekinmeden ortaya koymamız gerekli ve şarttır...
Bizler tarafsız değiliz. Ülkemizin, Milletimizin ve Devletimizin tarafındayız. Bunun kriterleri de zaten dernek tüzüğümüzde ve Anayasamızda yazıyor.
Nasuh.
İlkesel bazdaki bu tür açıklamaları, kelimeleri çok dikkatli seçerek özellikle aramıza yeni katılımlar olduğu süreçlerde ara sıra yaptığımızı da eklemek isterim. Biz burada gönüllülerimizin sadece bedenlerini değil zihinlerini de eğitmeye ve vatanlarına faydalı birer birey olarak yetişmelerine gayret ediyoruz.
Yine bu bölümde bir başka AKUT gönüllüsünün, “ATATÜRK ve Sosyal Sorumluluk Düşüncesi” başlığıyla gönülülerimize ilettiği yazısını sizlerle paylaşmak istiyorum.
Özgürlüğün ve uygarlığın yanındadır ATATÜRK. O kadar yanındadır ki, “Özgürlüğün bir parçasını sakatlamaktansa hepsini feda ederiz” demiştir Cumhuriyeti kurduğu günlerde.
Özgür düşünceyi ve özgür inanışı demir kafesler içine kapatmak isteyen görüşlerin karşısında yer almıştır hep. Her türlü katı düşüncelere karşı çıkmıştır.
Barışçıdır ve barışseverdir ATATÜRK.
Eğer sürekli barış isteniyorsa demiştir yaşamının son yıllarında;
“İnsan topluluklarının durumlarını iyileştirecek uluslararası önlemler alınmalıdır. İnsanların tümünün gönenci (refahı) açlık ve baskının yerine geçmelidir. Dünya vatandaşları kıskançlık, aç gözlülük ve düşmanlıktan uzaklaşacak şekilde eğitilmelidir…”
Bu nedenledir ki insandan yanadır ATATÜRK, bilimden yanadır, akıldan yanadır. Özgür düşünceyi tutsaklaştırmak isteyen düşünce ve inanışın karşısındadır. Onun içindir ki her türlü katı düşünce dizgelerini yadırgamış, devrimcilik ilkesini ortaya atmıştır.
“Düşünmeden İnanacaksın” felsefesini benimsememiştir. ATATÜRK o kadar gerçekçidir ki;
“Biz ilhamımızı gökten ve gaipten değil, doğrudan doğruya hayattan almış bulunuyoruz” demiştir 1937 yılında.
İnanç tutsaklığına karşı çıkmıştır, inanç özgürlüğünü sağlamak için…
Uygarlık alanını devrimci bir atılımla değiştirmek yolunu tutmuş, teokratik sistemden laik sisteme geçirmiştir Türk toplumunu. Ulusun mutluluk, esenlik ve refahını sağlamak için saltanatçılığın karşısına halkçılığı çıkarmıştır. ATATÜRKçülük adını verdiğimiz bu ulusal kültürel ve evrensel düşünce biçimi, 82 yıl önce cumhuriyet yönetimini getirmişti yurdumuza.
Cumhuriyet bir rejim biçimi değildi kuşkusuz bir devlet biçimiydi. Devlet biçimi olan cumhuriyetten rejim biçimi olan demokrasiye geçirmek istiyordu Türk ulusunu. Tüm çabası bu doğrultudaydı. Toplumun törel yapısını değiştirmeye çalışıyordu bu nedenle. Çünkü demokrasi yalnız yasalarla elde edilemezdi. Gelişmesi ve yaşaması için, ulusun demokratik kurum ve kuruluşları yaşatma bilincine de sahip olması gerekiyordu.
Çok acı bir gerçektir ki, ATATÜRK’ün çağdaş uygarlık düzeyine ulaşmak için bir araç diye düşündüğü ilkeler, bugün bizim için birer amaçtır. Önce bu amaca, sonra da çağdaş uygarlık düzeyine ulaşmak zorundayız şimdi. Ben bir gönüllü olarak bundan sorumlu olduğumu düşünüyorum. Bundan hepimizin sorumlu olduğunu düşünüyorum. Yönetici olarak sorumluyuz, yönetilen olarak sorumluyuz, aydın olarak sorumluyuz. Bundan, Türk halkına yıllardır hiçbir karşılık beklemeden hizmet eden, zor günlerde hep yanında olan, Türk halkının en çok güvendiği sivil toplum örgütü üyeleri, gönüllüleri ve dostları olarak, bundan büyük ATATÜRK’ün Cumhuriyeti emanet ettiği “TÜRK GENÇLİĞİ” olarak sorumluyuz.
“Gerçeği konuşmaktan korkmayınız” diyen ATATÜRK’ün önünde bu sorumluluğumuzu açıkça ortaya koyalım.
Yıllar yılı ATATÜRK’ü bilim ışığında yeterince inceleyemedik. ATATÜRK öğretisinin, ATATÜRK ideolojisinin bilimsel temellerini atarak onu halka mal edemedik. Böyle bir ortamda yeniden ATATÜRKçülüğe yönelmekten, ona sahip çıkmaktan başka çıkar yol yoktur. Çünkü ATATÜRK, hem devrimden, hem demokrasiden yanadır. Ve ATATÜRK Türk ulusu için her şeydir.
Ondan vazgeçemeyiz, ondan vazgeçmemeliyiz.
Türk ulusunu bugünkü koşullarda barışa, mutluluğa ve esenliğe götürecek olan tek yol ATATÜRK’ün çizdiği yoldur.
Saygılarımla
Ender B.
Türkiye’de peşpeşe yaşanan ve bizi çok şaşırtan ve üzen gelişmeler karşısında, bir kez daha duruşumuzu gösterme ihtiyacı hissettik ve 23 Ekim 2004 tarihinde aşağıdaki basın duyurusunu yaptık.
AKUT, TÜRKİYE’DE NELER OLDUĞUNU ANLAMAKTA ZORLANIYOR.
Kamuoyuna açık duyuru,
Derneğimiz, son günlerde Devletimizi, Cumhuriyetimizi, Atamızı, Ulusal Birliğimizi ve Cumhuriyetimizin üzerine kurulu olduğu değerleri hedef alan, farklı kanallardan çıktığı görülen, ancak aynı amaca dönükmüş gibi hereket eden haber, rapor, yazı ve yorumlardan artık endişe etmeye başlamıştır.
Varlığını Türkiye Cumhuriyeti Devletine ve devletimizin kurucusu Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK’ün ilke ve devrimlerine bağlı sayan AKUT, bugün için neler olup bittiğini anlamakta zorlanmaktadır. Tüzüğü gereği arama ve kurtarma konularında etkin bir kurum olan AKUT, varoluş misyonundan daha önde gördüğü yüce Devletimizin bekası ve güvenliği ile asil Milletimizin refahı konularını her zaman birinci öncelik olarak tanımlamıştır. Ancak bugüne dek, her şeye rağmen, bu konularda bu ölçekte bir kafa karışıklığı, şaşkınlık, üzüntü ve tereddüt yaşamamıştır.
AKUT, ülkemizdeki herkes gibi, Türkiye Cumhuriyeti’nin ilerlediği Avrupa Birliği yolundaki gelişmeleri ilgi ve takdirle izlemekte, hatta kendi konusu olan arama ve kurtarma konularında uzunca bir süredir Avrupa Birliği standart ve prosedürlerini uygulamakta ve geliştirmektedir. Bu amaçla Birleşmiş Milletler’in, Uluslararası Arama ve Kurtarma Danışma Grubu’na (INSARAG) üye olmuş, hatta bu grubun hazırlamakta olduğu, arama kurtarma çalışmalarında etikle ilgili konulara katkıda bulunmak amacıyla Etik Kuruluna seçilmiş ve yine AB ve dünya standartlarında çalışabilmek için, ISO 9000 kalite belgesi almak üzere 6 aydır yoğun çalışmalar içine girmiştir. Bütün bunlara rağmen, içinde bulunduğumuz günlerde, benzer amaçlara ulaşmaya çalıştığını söyleyip, doğrudan Cumhuriyetimizi hedef alan girişimlerden ve kurgulardan haklı olarak endişe etmektedir.
Hürriyet gazetesinin evvelki Pazar (10 Ekim) günü yayınlanan ekinde ülkemize maddi-manevi büyük kayıplar ve büyük acılar vermiş ve bir terör örgütü olduğu artık bütün dünyanın kabul ettiği PKK-Kongra Gel terör örgütünün Kandil Dağı’ndaki militanlarını sanki yaz kampındaki genç kızlarmış gibi gösteren zihniyetle şaşırmıştık.
Daha bu şaşkınlığımız geçmeden yeşil pasaport ile yurtdışına giden ve 13 Ekim tarihinde Avrupa Parlamentosunda Türk ve Kürtlerin ortak kurucu olarak ifade edildiği yeni bir Anayasaya ihtiyaç duyulduğunu söyleyen ve bu konuda AB’den yardım (medet) uman Leyla Zana’nın açıklamaları ile karşılaştık.
Bir sonraki Pazar, (17 Ekim) yine Hürriyet gazetesinde yazan Cüneyt Ülsever’in, “Türk İnsanı AB’ye ne kadar hazır? (3)” başlıklı yazısında; “Cumhuriyet projesi, aydınlanmayı anlamadan benimsemiş aydınların projesidir” gibi, 1915’ler 1919’lar, sanki o savaşlar, o acılar, o fedakârlıklar hiç yaşanmamış gibi değerlendirerek, bütün dünyanın, dehasının önünde saygıyla eğildiği Atamıza ve silah arkadaşlarına bu tür bir söylemle hakaret edilmesini hâlâ hazmedemiyoruz ve arkasındaki nedenleri anlamakta zorlanıyoruz.
Son olarak da, yine aynı Pazar (17 Ekim) Radikal gazetesinde yayınlanan; “İnsan Hakları Danışma kurulu Ekim 2004” raporunun içindeki başta “Türkiyelilik” gibi önerileri görünce, artık iyice ne yapmamız gerektiğini bilemez hale geldik.
Türkiye’ye ve Türk insanına ne oluyor, ne yapılıyor, nereye gidiyoruz?
AKUT, kendisine görev olarak seçtiği acil durumlarda arama ve kurtarma çalışmalarını en iyi şekilde yerine getirmeye gayret eden ve bu şekilde vatanına, milletine bir nebze olsun hizmet etmenin getirdiği iç huzuru ile kendi yaşam doygunluğunu ve kalitesini yükselten gönüllülerden oluşan ve neredeyse 9 yıldır her türlü tehlikeye gözü kapalı girebilen bir sivil toplum örgütü olarak, Cumhuriyetimizin bugün içinde bulunduğu durumdan endişe etmekte ve açıkçası korkmaktadır.
Bu endişesinin en temel sebebi, yaşanan sürecin küstahlığı, ölçüsüzlüğü ve en önemlisi takipsizliği konularıdır.
AKUT, Anayasamızdan aldığı güçle süreçleri ve gelişmeleri daha yakından takip edecek, izleyecek ve anlamaya çalışacaktır. Bu süreç içerisinde, eğer dikkat etmediğimiz bir şey varsa, bu konularda kendimizi geliştirmek, gözden kaçırdığımız şeyler varsa öğrenmek, gerekiyorsa kendimizi yeniden konumlandırmak ve nasıl hareket etmemiz gerektiğini bulmak ihtiyacındayız.
AKUT, kendi varlığından aziz bildiği değerlere, kim tarafından olursa olsun hakaret edilmesinden son derece hoşnutsuz olduğunu ve bu değerlerin ilelebet koruyucusu olacağını kamuoyu ile paylaşmak istemiştir.
Ülkenin karşı karşıya olduğu sıkıntılara karşı duruşumuzu göstermemiz Radikal gazetesi yazarlarından Yıldırım Türker’i çok rahatsız etmiş olacak ki, 11 Kasım 2004 tarihindeki “Kurtarıcıların Sonbaharı” başlıklı alaycı ve küçümseyici yazısında bize öyle bir vermiş veriştirmiş ki, AKUT’un yıllardır yaptıklarını, herkes evinde otururken kendi canını tehlikelere atıp kurtardığı yüzlerce canı bir kalemde silip bizi geleceğin kontrgerillası yapmış, bir de üstüne üstlük insanların hapislere atılmasına, işkence gibi korkunç bir insanlık suçuna sanki taraftarmışız gibi göstermeye kalkmıştı.
“Ama bakın başka bir kurtarıcı, sivil mi sivil bir grup da geçen gün kamuoyuna bir açık duyuru yayımladı.
AKUT’un açıklaması, adeta geciken depremin muhayyel yıkıntıları arasından, nurtopu gibi kucağımıza düşüverdi. Kendilerini unutmuştuk vesselam. Onların dili elbette beyaz bir sükûnet taşıyordu. “Derneğimiz, son günlerde Devletimizi, Cumhuriyetimizi, Atamızı, Ulusal Birliğimizi ve Cumhuriyetimizin üzerine kurulu olduğu değerleri hedef alan, farklı kanatlardan çıktığı görülen, ancak aynı amaca dönükmüş gibi hareket eden haber, rapor, yazı ve yorumlardan artık endişe etmeye başlamıştır” sözleriyle başlayan duyurunun söylem analizine girişmek yerimin taşıyabileceği bir uğraş değil. Ama, “Tüzüğü gereği arama ve kurtarma konularında etkin bir kurum olan AKUT, varoluş misyonundan daha önde gördüğü yüce Devletimizin bekası ve güvenliği ile asil Milletimizin refahı konularını her zaman birinci öncelik olarak tanımlamıştır. Ancak bugüne dek, her şeye rağmen, bu konularda bu ölçekte bir kafa karışıklığı, şaşkınlık, üzüntü ve tereddüt yaşamamıştır” sözlerinin ne anlama gelebileceğini siz düşünün. Duyuruda daha sonra Hürriyet’teki Karakurt’un Kandil söyleşisi, Leyla Zana’nın hüsnü kabul görmesi, Cüneyt Ülsever’in bir yazısında geçen hazmedilmesi güç ibareler ve son olarak da üstte söz ettiğimiz raporun ‘Türkiyelilik’ gibi önerileri karşısında nasıl tahammülleri kalmadığı anlatılıyor. AKUT, (mükemmel bir sivil toplum örgütü olarak) Cumhuriyetimizin içinde bulunduğu durumdan endişe etmekte ve açıkçası korkmakta’ imiş. “Bu endişenin en temel sebebi, yaşanan sürecin küstahlığı, ölçüsüzlüğü ve en önemlisi takipsizliği konuları” imiş. Kendilerinde nasıl bir pazarlık gücü vehmettiklerini bilemediğim bu kurum üyeleri, Zana’nın, Sebati Karakurt’un, Cüneyt Ülsever’in ve Azınlık Raporu’nu hazırlayan kurulun ‘takipsizliğine’ tahammül edemiyor. Onların hapislerde, mümkünse işkencelerde sürüm sürüm süründürülmeleri gerekiyor ya.
En delikanlı, dağcı, zorcu Cumhuriyet şövalyelerinin yer aldığı AKUT’un depremlerde enkaz altından insan kurtarmakla iktifa etmediği, dahili ve harici bedhahlara karşı savaşarak bu aziz vatanı topyekûn kurtarmaya talip olduğunu öğrenmiş bulunuyoruz. Şimdiye dek ‘her şeye rağmen’ bir kafa karışıklığı yaşamamışlar. Demek ne Susurluk kasaları, ne işçi haklarının durumu, ne depremde kurtardıkları hayatların akıbeti onları huzursuz etmiş.
Öyleyse bildiğimiz yeteneklerinin gücüyle, ‘Ne Avrupa’sı, ne azınlık hakları; yeni bir Kontrgerilla kurulur, biz de orada yerimizi alırız’ diyorlar.”
Birçok kez, birçok saldırıyla karşı karşıya kalmış bir STK olduğumuz halde, bu yazıdaki ifadelerde bize yüklenmeye çalışılan anlam hepimizi hem şaşırttı hem de derinden rahatsız etti.
2003 yılının Aralık ayında ise, bu sefer bir yıl sonrasına hazırlık yapmak amacıyla, Türkiye’de 89 yıl boyunca atlanmış bir konuya dikkat çekmek ve 1. Dünya Savaşı sırasında Sarıkamış’ta bu vatan uğruna şehit olan Mehmetçiği anmak amacıyla yine öncü bir proje başlattık. (Ek: 37) Bu konu hakkındaki makalemi aşağıda okuyabilirsiniz.
89 YIL SONRA SARIKAMIŞ DRAMI
Geçen haftasonu, Türk Harp tarihinin en üzücü olaylarından birinin, Sarıkamış Dramı’nın 89. yılını anmak için, Türkiye’nin dört bir yanından katılan 19 AKUT üyesi, Bingöl’de geçtiğimiz kış 19 insanın hayatını kurtarmamıza vesile olan kar motosikletimizle birlikte bölgeye geldi ve etkinliğe katılan diğer sivil toplum örgütleri ve 250 Mehmetçik ile birlikte Soğanlı dağlarını aşarak Sarıkamış’a girdi. 5 hafta kadar önce, babası Sarıkamış Dramı’nın yaşandığı köylerden Bardız’lı (Gaziler) olan Prof. Dr. Bingür Sönmez ile birlikte, yaklaşık 10 aydır aklımızda bulunan bu projenin ön araştırmasını yapmak üzere Erzurum Kalkınma Vakfı Başkanı Sayın Necati Bölükbaşı ile buluşmak üzere Sarıkamış’a gelmiştik. Alay Komutanımızın önceden harita üzerinde yaptığı çok iyi etüd çalışmasını temel alarak, kışın gerçekleştireceğimiz yürüyüşün planlarını değerlendirmiştik.
Türk Silahlı Kuvvetleri, iyi veya kötü yaşanan hiçbir şeyi aklından çıkarmayan hafızası ile, bu acı olayı ve şehitlerimizi her yıl iki kez anıyor, ayrıca yaşanan o süreçten çıkarılan dersleri Akademilerde genç subaylara aktarıyordu. Bizim çıkış noktamız ise AKUT’un dünya görüşü ile ilişkiliydi. Bize göre vatan ve millet kavramları kutsaldır, bu kutsal değerler için taş üstüne bir taş koyan herkesin emeği de öyle. Bu noktadan çıkışla hiçbir şahsi menfaat gözetmeden milli ve manevi değerleri yüceltmek, vatan topraklarını müdafaa etmek, milletin şeref ve namusunu korumak için düşmanla savaşan ve savaş sırasında hayatını kaybederek şehitlik mertebesine yükselen veya düşmanla çarpışıp geri dönerek gazilik unvanını alan Mehmetçiklere her Türk gibi, her zaman derin bir saygı ve şükran duyduk. Bugünkü güvenli hayatımızın bedelini onların ödediğini hiçbir zaman aklımızdan çıkarmadık.
Tarih boyunca Türkler, 3 kıtada savaşmış, pek çok başarılar kazanmış, kahramanlıklarıyla destanlara, şiirlere, türkülere, ağıtlara konu olmuş, dostlarına güven düşmanlarına korku salmış ve her ikisinin de saygısını kazanmıştır. Tarihin kayıt ettiği binyıllar boyunca başat bir kültür olan Türkler çok geniş bir coğrafyada sayısız şehitler vermiş ve şehitlerine her zaman büyük saygı duymuş ve önem vermiştir. Bunun örneklerini Çanakkale Şehitliğinde, Mehmetçik Abidesinde, Sakarya Şehitliğinde, Dumlupınar Şehitliğinde ve Türkiye’nin ve dünyanın dört bir tarafına yayılmış yüzlerce Şehitliğimizde ve Anıtlarımızda görmek mümkündür. Anadolu sınırdan sınıra bir şehitliktir. Vatan için seve seve kanlarını döken, canlarını veren yurttaşlarımız, Türk Ulusu’nun vicdanında ve gönlünde kutsal varlıklar olarak yaşamaktadırlar. Bize düşen görev, bu şehitlikleri ziyaret etmek ve şehitlerimizi layık oldukları şekilde anarak ruhlarını rahatlatmaktır.
“Her Türk genci çok iyi bilmelidir ki, bu Millet övünmek için yaratılmış, tarihini övünçlerle doldurmuş bir millettir. Tarihimizi övünç sayfalarıyla dolduran ecdadımız bu vatan topraklarını, teriyle, kanıyla, etiyle, kemiğiyle, canıyla karış karış yoğurarak bizlere vatan etmiştir.”
Tarihteki onurlu yerlerinde, bizlerden sadece bir dua, bir anma, bir rahmet, bir şefkat bekleyen, üç kıtaya yayılmış yüzlerce Türk Şehitliğinde yatan sayısız Mehmetçik için, büyük ATATÜRK’ün söylediği bu sözden kendimize görev çıkarttık ve yaklaşık 10 ay boyunca dernekteki arkadaşlarımla, önümüzdeki yıl 90. yılının yaşanacağı bu acı olay ve o kahraman Mehmetçikler için neler yapabileceğimizi düşündük. Türk Silahlı Kuvvetleri’nin her yıl düzenlediği anma etkinliklerine katılmak ve ağır kış şartlarında onbinlerce evladımızı yutan bu dağları aşmak istediğimizi dile getirdik. Erzurum Kalkınma Vakfı’nın koordinatörlüğünde, Kars Ardahan Iğdır Vakfı’nın maddi desteği ve Karayolları ile Köy Hizmetlerinin büyük özveriyle açık tuttuğu dağ yolları sayesinde, İstanbul Sarıkamışlılar Derneği’nin, Sivil Savunma Genel Müdürlüğü’nün ve bölgedeki dağcıların da katılımıyla tek kelimeyle tam hayal ettiğimiz gibi bir anma etkinliği yaşadık.
Bugün, Sarıkamış Dramı’nın yaşandığı bölgelerde 10’dan fazla yerde şehitlerimiz için anıtlar dikilmiş durumdadır. Bunlara ilave olarak bölgede yapılması düşünülen 4 hâkim tepeye TABYA TEPE (2.540 m.) CIRCIR TEPE (2.521 m.) BÜYÜK KUMRU TEPE (2.847 m.) ve ÇEMBER TEPE’ye (2.805 m.) 4 büyük anıt ve ALLAHU EKBER TEPE’ye de (3.120 m.) daha büyük bir anıtın dikilmesi ve bu dört tepenin ortasında kalan platoya da, şehitlerimize yakışır bir anma alanı hazırlanması gerçekleştirildikten sonra, o kahramanlara borcumuzu bir nebze olsun yerine getirmiş olacağız. İnanıyorum ki, önümüzdeki yıl, gelebilenler bedenen, gelemeyenler kalben, Sarıkamış’ta çetin doğa koşullarına kurban verdiğimiz 90.000 Mehmetçik için burada olacak ve o yiğitleri layık oldukları şekilde anacaktır.
Sarıkamış Dramı, İttihat ve Terakki’cilerin ve Harbiye Nazırı Enver Paşa’nın, 1. Dünya Savaşı’na Osmanlı İmparatorluğu’nun Almanların yanında katılması konusunda, Mebuslar Meclisi’ne bile danışmadan, 22 Temmuz 1914’te imzaladığı gizli ittifak anlaşması sonucunda yaşadığımız pek çok trajediden biridir. Bu gizli anlaşmaya göre;
1- Almanya - Avusturya ve Sırbistan arasında harbe başlarsa Türkiye tarafsız kalacak.
2- Almanya, Rusya ile harbe girerse Türkiye katılacak.
3- Türkiye saldırıya uğrarsa Almanya yardım edecek.
Sadece Sarıkamış’ta değil, aynı zamanda Çanakkale’de de bize büyük bedeller ödetecek olan bu ibretlik maddeye dikkatinizi çekerim.
4- Türk ordusuna Alman kuvvet heyeti komuta edecek.
Birinci Dünya Savaşı öncesinde savaşlardan çıkan Osmanlı yorgun, zayıf ve topraklarının
bir kısmını kaybetmiş durumdaydı. Modern harp ve silah teçhizatına sahip Avrupa devletleri arasındaki bu savaşa katılmak için koşulları son derece elverişsizdi. Ne ekonomisi, ne sanayi, ne mali gücü, ne de kaynakları, güçlü devletler arasında yaşanacak böyle bir savaşa katılmaya ve sürdürmeye yeterli değildi.
Bütün bu elverişsiz koşullara rağmen, savaşa girildi ve Türk askeri yedi ayrı cephede savaşmak zorunda kaldı. Bunlar; Kafkas Cephesi, İran-Irak Cephesi, Mısır-Filistin-Suriye Cephesi, Galiçya Cephesi, Romanya Cephesi, Makedonya Cephesi ve Mustafa Kemal’in önderliğinde kahraman Türk askerinin mucizeler yarattığı Çanakkale Cephesi.
22 Aralık 1914-15 Ocak 1915 tarihleri arasında yaşanan Sarıkamış Harekatı, bu yedi cepheden birinde yaşanan onlarca farklı muharebede aylar-yıllar sürerek, savaşan her tarafa çok ağır bedeller ödeten bir çılgınlıktan, 15-16 gün içinde yaşanan ve biten bir kesitti. Bu yenilgiyi diğerlerinden ayıran ve kah üstünü kapattıran, kah diğer kayıplardan daha fazla üzen sebep ise, her zaman övündüğümüz, gurur duyduğumuz, göz bebeğimiz kahraman ve fedakâr askerimizin, dedelerimizin düşmana değil ama soğuğa ve açlığa yenilmiş olmasıdır. Osmanlı’nın gurur kaynağı deneyimli 3. Ordu’su, mevcudunun % 90’ını, karlı-buzlu dağlarda neredeyse mermi bile sıkamadan kaybettiği halde, metanet, sabır, cesaret ve disiplinini kuşatma harekâtının sonuna kadar korumuş, savaşma azmini kaybetmeden tükenişine dimdik ilerlemişti ve şereften başka her şey kaybedilmişti.
24 Aralık 1914’te, Rus Kurmay Başkanı Pietroroviç, düşmanının acı sonunu o günlerde şöyle dile getirmişti;
“Allahuekber Dağları’ndaki Türk müfrezesini esir alamadım. Bizden çok evvel Allah’larına teslim olmuşlardı.”
Allah hiçbir millete, askerine köpeğinden daha az değer veren bir komutan nasip etmesin.
Son yıllarda tam hayalimizdeki gibi gündeme giren Sarıkamış Şehitleri konusunu, Türkiye’nin gündemine 2003 yılında getiren de AKUT’tur. Bir süredir aklımızda olan ama nasıl hayata geçirebileceğimizi henüz bulamadığımız, 90. yılda tüm Türkiye’nin dikkatini çekmek amacıyla AKUT dağcılarının Sarıkamış Şehitleri’ni anmak için 89 yıl sonra aynı tarihlerde Allahuekber dağlarını aşması projesini, Ağrı Dağı’na by pass geçirmiş hastaları götürdüğümüz süreçte çok iyi anlaştığımız Prof. Dr. Bingür Sönmez’e açmıştım. Bingür hoca da bu konudan çok heyecanlanmış ve konuyu Sarıkamış’a bizim gibi büyük ilgi duyan arkadaşlarıyla birlikte son derece ciddi ve başarılı bir şekilde kamuoyunun gündemine taşımıştı. Başka birçok konuda olduğu gibi burada da yol göstericilik görevimizi bu fikri zamanında ortaya atarak ve öncülüğünü yaparak gerçekleştirdik ve yuvarladığımız kar topu Sarıkamış Dramı’nın 90. yılında bir çığa dönüşünce kendimizi geriye çektik ve Türk Milleti’nin geç kalınmış dahi olsa şehitlerine sahip çıkmasını izlemenin mutluluğunu yaşadık.
11 Şubat 2005 tarihinde, bu kez bu tarihten 2.5 ay kadar sonra ulus olarak bütün dünyada karşı karşıya bırakılacağımızı öngördüğümüz bir tehlike için milletimizi uyarmak ve göreve çağırmak amacıyla aşağıdaki basın duyurusunu yaptık. (Ek: 38)
AKUT, “ERMENİ SOYKIRIMI” YALANLARINA KARŞI TÜRK ULUSUNU GÖREVE ÇAĞIRIYOR
Ermeni Sorunu, Ermeni ulusunun gerçek çıkarlarından çok, dünya kapitalistlerinin (emperyalistlerinin) ekonomik ve politik çıkarlarına göre çözümlenmek istenmiştir.
Mustafa Kemal (1919)
Aziz ve Yüce Türk Milleti,
İçinde bulunduğumuz yıllar, tarihin çok acı bir döneminin, yakın coğrafyamızda yer alan diğer devletler ve milletlerle birlikte 1914-1918 yılları arasında yedi ayrı cephede savaşarak, bizim de yaşamak zorunda kaldığımız 1. Dünya Savaşı çılgınlığının çeşitli dönem ve olaylarının 90. yıldönümlerine denk gelmektedir.
Hatırlayacağınız gibi, yine AKUT’un ve diğer pek çok sivil inisiyatif sahibi grubun ve yurtseverin öncülüğünde, 2004 yılının Aralık ayı sonlarında; “90. Yılda Sarıkamış Şehitlerini Anma Etkinlikleri”, Türkiye’nin dört bir tarafından gelen yurttaşların desteğiyle, bugüne dek hiç olmadığı kadar geniş bir katılım ve sahiplenme ile gerçekleştirildi. Türk askerinin hiçbir zaman unutmadığı aziz şehitlerimiz, 90 yıldır ilk kez sivil yurttaşların da yoğun katılımıyla layık oldukları şekilde anıldılar.
1915 yılı, o güne dek dünyanın gördüğü en güçlü donanmayı 18 Mart 1915’te Çanakkale Boğazı’nda durduran yiğit Türk askerini ve ardından dünyanın en kanlı savaşlarından birinin yaşandığı Gelibolu Savaşları’nda, askeri strateji, deha ve cesaretini, dünyanın en güçlü ordularına kabul ettiren o günün genç subayı, geleceğin devlet kurucusu Mustafa Kemal’in ve emrindeki göğsümüzü her zaman kabartan Türk askerinin şahlandığı yıl olarak, bir daha hiç unutulmamacasına hafızalarımıza kazındı. 90 yıl öncesinin bu kahramanlık destanını ve bu vatan uğruna kendini feda eden o kahramanları anmak için, bu yıl 18 Mart 2005 tarihinde, hepimiz tek bir yürek ve tek bir ses olarak Çanakkale’de düzenlenecek etkinliklere katılmak için AKUT ailesi olarak orada olacağız.
Benzeri şekilde bu yıl, hepimizi yakından ilgilendiren, ancak ne yazık ki henüz tam olarak çözemediğimiz uluslararası ölçekte bir sorun karşımıza çıkmak üzere gün sayıyor. Ermeni diasporası, Türk Milletini dünya kamuoyunda özellikle son 30 yıldır rencide etmekte ve aşağılamaktadır. Tarihsel gerçekleri sadece kendi menfaatleri için saptırarak, bizleri bir soykırım uygulayıcıları olarak dünyaya tanıtmaya çalışmakta, hatta çeşitli politik ve ekonomik baskılarla bu yalan iddiaları için Batılı devletlerin parlamento ve bölge meclislerinden hiçbir anlamı olmayan onaylar ve yasalar çıkartmaktadır. Son derece fütursuzca, ama bugün için ciddiye alınarak bütün kaynaklarımızla mücadele edilmesi gereken bir ölçekte yalanlarını güçlendirmeye ve kendi lehlerinde bir dünya kamuoyu yaratmaya çalışmaktadırlar. 24 Nisan 1915’i sözde Ermeni Soykırım Günü ilan eden Ermeni diasporası, bu yıl 90. anma törenlerine hazırlanmaktadırlar. Oysa anılan gün, 1. Dünya Savaşı sırasında, Doğu Cephesi’nde Ruslarla savaşan Osmanlı Ordusu’nu her fırsatta arkadan vurarak ve casusluk yaparak devlet aleyhine faaliyette bulunan ve korumasız Müslüman köylerini basarak masum insanları katleden 2345 Ermeni komitecinin tutuklandığı gündür.
24 Nisan 2005’ten itibaren bizi, değil yapmak, aklımızdan bile geçirmediğimiz bir soykırım iddiası ile bütün dünyaya karşı küçük düşürme girişiminde bulunacak olan diaspora Ermenileri, iddialarını tanıtma, kabul ettirme ve en sonunda da Türkiye Cumhuriyeti’nden tazminat ve toprak talep etme planlarını da en güçlü şekilde karşımıza çıkartacaklarını söylemektedirler.
İçinde bulunduğumuz şu günlerde, Türkiye’yi sıkıntıya sokan, herhangi bir belgeye dayanmayan ve yalnızca iddia boyutunda kalan soykırım suçlamaları karşısında daha dikkatli ve birbirimize daha bağlı olmamız gereken bir sürece giriyoruz. Türk düşmanlığını bir geçim kaynağı haline getiren ve varlıklarını sürdürebilmek için, her gün yeni yalanlar ve sahte belgelerle dünya kamuoyunu yalan - yanlış yönlendiren diaspora
Ermenilerine karşı yapmamız gerekenler şunlardır:
1- 1. Dünya Savaşı yıllarında bu tür bir soykırımın yapılmadığını, ancak Doğu Cephesi’nde savaş sırasında Rus ordusuyla birlikte Ermeni çetelerinin Müslümanlara saldırması ve onları katletmeleri sonucu, Osmanlı Devleti tarafından uygulanmasına karar verilen tehcir (göç ettirme) sırasında, daha önceki Ermeni saldırılarından kurtulan, çoğunluğu Kürt Aşiretlerinden oluşan bölge halkının intikam almak üzere Ermenilere saldırması, göç sırasındaki bulaşıcı hastalıklar, yiyecek sıkıntıları ve o günün koşullarının ağırlığı gibi sebepler sonucunda, asla planlı bir soykırım uygulaması olmayan, ama savaş koşullarının getirdiği ve tüm tarafların yaşamak zorunda kaldığı acı olaylar olduğu her türlü platformda savunulmalıdır.
2- Birleşmiş Milletler’in 1948’de kabul ettiği ve Türkiye’nin de 1950’de kabul ederek yürürlüğe koyduğu “Soykırım Yasası” özetle, “hiçbir ayrılıkçı hareketi olmayan, silahlı örgütlenme ve devlete karşı çatışmaya girmeyen masum bir ulusal, etnik ya da dini bir grubun, yalnızca o guruba ait olduğu için kısmen ya da tamamen egemen devletin hükümetince ortadan kaldırılması” biçiminde tanımlanmıştır. Bu tanıma en uygun örnek de, Nazi Almanyası’nın hükümet politikası olarak, devletin örgütlü gücü ile Yahudilere karşı uyguladığı planlı, organize soykırımdır ve bütün dünyada da bu şekilde kabul edilmektedir. Doğu Cephesi’ndeki savaş sürecinde Kürtlerle - Ermeniler arasında yaşanan karşılıklı katliam ile soykırım kavramının birbirine karıştırılmaması anlatılmalı, 1918’de göç ettirilen Ermenilerin eski yerlerine geri dönmeleri için çıkarılan yasa sonucu Türkiye’ye kendi istekleriye dönmeyen ve şimdi diaspora Ermenisi adını alan kitlenin bu tutarsız iddiasının ardında, Mustafa Kemal’in o yıllarda dediği gibi, Doğu Anadolu üzerinde oynanan emperyalist çıkarlar aranmalıdır.
3- 1918’de İstanbul’da kurulan Divan-ı Harp’te yargılanarak tutuklanıp Malta’ya sürülen Ziya Gökalp başta olmak üzere çok sayıda kişi, İngiliz Kraliyet Savcısı’nın soykırıma ilişkin bir belge bulamaması ve olayları “karşılıklı katliam” olarak nitelemesi sonucu serbest bırakılmışlardır. Ayrıca, İttihat ve Terakki Hükümeti’nin başlattığı soruşturmayla, tehcir sırasında gerekli önlemleri yeterince almayan çok sayıda idari görevli, idam cezası dahil çeşitli cezalara çarptırılmıştır. Özetle, Ermeni olaylarına ilişkin tüm sorunlar Cumhuriyet kurulmadan önce, uluslararası hukuk kuralları çerçevesinde sonuçlanmıştır.
4- Bu konularda çalışma yapan resmi, özel, sivil, askeri, akademik, profesyonel veya gönüllü her gruba ve kişiye destek verilmelidir. Bu destek için de en önemli ve olmazsa olmaz şart, öncelikle doğruları öğrenmek ve öğretmektir.
5- Olayların üzerinden daha ancak bir insan ömrü kadar süre geçmesine ve her türlü bilgi ve belgesi hâlâ mevcut olmasına rağmen, özelde 1. Dünya Savaşı sürecini yaşayan dedelerimize, genelde ise ulus olarak bütün Türk Milletine karşı yapılan tüm bu yalan iddiaların ve haksız suçlamaların tam tersine, gerçek insan sevgisi ve hoşgörü duygusu üzerine kurulmuş olan Türk Kültürünün hiç haketmediği bu hakaretlerden bir an önce kurtarılması sağlanmalıdır.
6- Son aşamada da, en az 30 yıldır hepimizi huzursuz eden, tereddüte düşüren, diğer devletler ve milletler karşısında küçük düşüren ve olmadık yerlere anıtlar diktirerek onurumuzu kıran bu süreci yaşamamıza sebep olan ve destek veren bütün kişi, kurum ve devletlerden, uluslararası hukuk kuralları doğrultusunda tazminat talep edeceğimizi dünya kamuoyuna duyurmak olmalıdır.
7- Nitekim, Ermeni soykırım iddialarını kanıtlamak üzere Haziran 2005’te Viyana’da yapılacak toplantıya belge sunacağını açıklayan Ermenistan, soykırım belgesi bulamadığı için toplantıya katılmaktan vazgeçmiş bulunmaktadır. Böylece soykırım iddialarının kendi kaynağından çürütüldüğü de tüm dünya kamuoyuna duyurulmalıdır.
8- Unutmamak gerekir ki, 2. Dünya Savaşı çılgınlığında, Nazi Almanya’sı işgali ve baskısı altında 20 civarında Avrupa devletinde 15.000’den fazla Yahudi Toplama Kampı’nın kurulduğu ve neredeyse bütün Avrupa’nın Yahudi öldürme veya olanlara seyirci kalma çılgınlığına giriştiği bir süreçte bile, Türkler merhamet ve zorda olana yardım etme duygularını yitirmemişlerdir. Öyle ki, bu soykırımdan kurtarabildikleri kadarını kurtarmak için, o günün koşullarının bütün elverişsizliğine rağmen, kendi canlarını bile tehlikeye atarak her türlü zorluğa ve baskıya direnmişlerdir. Bugün bizi barbar veya soykırım uygulayıcısı olarak suçlayanlara karşı tek yapmamız gereken şey, bu ve daha pek çok benzeri gibi, kendi geçmişlerinin insanlığa sığmayacak kirli uygulamalarını gözler önüne sermek olmalıdır.
Tarihleri boyunca Partlar’ın, Selefküsler’in, Ruslar’ın, Persler’in, Araplar’ın, Bizanslılar’ın ve Romalılar’ın yönetimleri altında sürekli baskı ve din değiştirmeleri için işkenceye uğrayan Ermeniler, Selçuklu İmparatorluğu’nun yönetiminde tarihlerinde ilk kez rahat bir yaşam sürdürme olanağına, Fatih Sultan Mehmet zamanında ise 1461’de özgürce ibadet edebilmeleri için Patrikhanelerine kavuşmuşlardır. Ermeniler, 900 yıl Türklerin yönetiminde uyum içinde yaşamış ve 20 bin Ermeni, Osmanlı Devleti’nin çeşitli katmanlarında kamu görevi yapmışlardır. Cumhuriyet’in kurulmasıyla, Lozan Antlaşması çerçevesinde azınlık statüsü elde eden ve bugün için sayıları 70.000’in üstünde olan Türkiye Cumhuriyeti yurttaşı Ermenilerin günümüzde Türkiye sınırları içerisinde açık durumda 33 kilise, 16 okul, 11 dernek ve 8 gazeteleri bulunmaktadır.
Ermenistan 1991’de bağımsızlığına kavuştuğunda toplam nüfusu 3.6 milyon iken, batılı ülkelere göç nedeniyle şimdilerde ancak 1.6 milyon nüfusa sahip bir ülkedir. Gerek 1918’de gerekse ikinci kez 1991’de bağımsızlığına kavuştuğunda, bir devlet olarak onu ilk tanıyan ve yardım eden Osmanlı hükümeti ve Türkiye Cumhuriyeti hükümeti olmuştur.
Bu konuda yorumunu size bırakmak üzere, Amerikalı tarih profesörü Justin Mc. Carthy’nin Sürgün ve Ölüm - Osmanlı Müslümanlarının Etnik Temizliği-1821 / 1922 kitabında geçen bir cümleyi de sizlerle paylaşmak istiyoruz; “Eğer 15. yüzyıl Türkleri o kadar hoşgörülü olmasaydı, 19. yüzyıl Türkleri bu kadar acı çekmezdi.”
AKUT ailesi olarak, her şeyden daha çok değer verdiğimiz devletimize, milletimize ve kültürümüze yapılan bu ağır hakaretlere karşı bu çağrıyı yapmayı, Türkiye’nin en etkin ve güçlü sivil toplum örgütlerinden biri olma bilinci ve sorumluluğu ile, üzerimize düşen bir görev olarak değerlendiriyoruz.
Çağrımızın hepimize dostluk ve barış getirmesi dileğiyle,
BU MESAJ, “ERMENİ SOYKIRIM İDDİALARI”NIN SEMBOLİK TARİHİ OLAN 24 NİSAN 2005 TARİHİNE KADAR AKUT WEB SAYFASINDA KALACAKTIR.
Bu çağrımızdan sonra hem Türkiye’de hem de dünyanın dört bir yanında yaşayan o kadar çok vatandaşımızdan destek, tebrik ve teşekkür mesajı aldık ki, ne kadar doğru bir çıkış yaptığımızı o zaman bir kez daha anladık. Özellikle yurt dışında yaşayan Türkler tarafından en çok ifade edilen duygu neydi biliyor musunuz; “bize neden bu kadar zamandır bu konu bu kadar açık ve net bir şekilde öğretilmedi, yurt dışında yabancılarla bir araya geldiğimizde 5. dakikada konu buraya geliyor ve neden bu soykırımı yaptınız, neden suçunuzu kabul etmiyorsunuz gibi ağır ithamlarla karşı karşıya kalıyoruz, artık onlara bizim de verecek bir cevabımız var” diyerek bize nasıl teşekkür ettiklerini anlatamam size.
Bu teşekkürlerin hakkını, bu basın duyurusunu hazırlamak için uğraşırken, yazı içinde bilimsel hata olmaması amacıyla bize büyük destek veren Prof. Dr. Nurşen Mazıcı’yla paylaştığımızı da eklemek isterim.
Türk Askeri’nin Lübnan’a barış gücü çerçevesinde yollanılmasının gündemde olduğu günlerde, Ortadoğu’nun sonunun nereye varacağı belli olmayan çılgın sürecinde, her türlü provokasyona açık olabilecek bir durum mevcutken Mehmetçiğimiz yerine insani yardım ekiplerinin de yollanılabileceğinin bir seçenek olarak düşünülmesini sağlamak amacıyla, 3 Eylül 2006 tarihinde aşağıdaki basın duyurusunu yaptık.
LÜBNAN’A BARIŞ İÇİN “İNSANİ YARDIM” EKİPLERİ YOLLAYALIM...
Aziz ve Yüce Türk Milleti,
İçinde bulunduğumuz şu günlerde, bütün ulusu yakından ilgilendiren Lübnan’a asker gönderilmesi konusu her seviyede hararetli bir şekilde tartışılmaktadır. Ancak Devletimizin en üst makamlarında henüz bu konuda bir fikir birliği sağlanamadığını gözlemlemekteyiz. Önümüzdeki günlerde bu çok önemli konuda ülkemiz adına sağlıklı bir karar çıkacağını temenni ediyoruz. Öncelikle, ülkemizin en etkin ve sorumluluk anlayışı en üst düzeyde gelişmiş sivil toplum örgütlerinden biri olarak; bu son derece kritik karar sürecinde, karar hangi yönde çıkarsa çıksın - kararı beğenelim beğenmeyelim, Devletimizin aldığı her kararın gereklerinin yerine getirilmesi konusunda üzerimize düşeni yapacağımızı şimdiden ifade etmek isteriz.
AKUT’un görüşü; vatanımızın ve milletimizin menfaatlerini birinci dereceden ilgilendirmeyen ve henüz tam olarak durulmamış hiçbir sıcak bölgede kahraman Mehmetçiğimizin tehlikeye atılmaması yönündedir. Türk Silahlı Kuvvetleri’nin bugüne dek üstlendiği, en ağır savaş şartlarının yaşandığı yurt dışı görevlerde bile fedakârlığı ve cesareti ile en üst düzeyde başarılı olduğunu her Türk gibi bizler de gururla anıyoruz. Ulusal menfaatlerimizin korunması ve uluslararası anlaşmalardan kaynaklanan sorumluluklarımızın yerine getirilmesi gerektiğinde; Mehmetçiğimizin her türlü şart altında, her türlü görevi eksiksiz yerine getireceğine ve bu uğurda her türlü fedakârlığı tereddütsüz göze alacağına güvenimiz, milletimizin tamamı gibi bizim için de tamdır.
Ancak tarihsel süreçler, bölgede çatışan ve çatışmalardan etkilenen taraflarla aynı bölgenin insanı olmamız ve menfaatlerimizin birçok konuda kısmen olumlu kısmen de olumsuz şekillerde birbiriyle ilişkili olmasından dolayı, özellikle Türk Askeri için diğer ülke askerlerine nazaran çok daha tehlikeli olabilecek bir bölgede, Mehmetçiğin, kendi savaşı olmayan bir savaşta, savaşan tarafların arasında kalması veya bütün ülkemizi de içine alabilecek birtakım provokasyonların hedefi olması endişesini içimizde yoğun olarak taşımaktayız.
Bölgenin en etkin ve güçlü Devletlerinden biri olan Türkiye’mizin bu sürecin dışında kalması elbette ki beklenemez, bunu vatanının menfaatlerini düşünen hiç kimse söyleyemez. Ancak bize göre; yukarıda açıklamaya çalıştığımız kendi özel durumumuzdan dolayı üstleneceğimiz risklerin karşılığında elde edebileceklerimiz, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin muharip unsurlarla bölgede yer alması için yeterli ve tatmin edici değil, aksine son derece de tehlikelidir.
Bizler, vatanımıza gönüllü ve karşılıksız olarak hizmet etmeyi kendisine görev seçmiş bir sivil toplum örgütü olarak, Devletimiz adına, AKUT gönüllülerinden ve bu tür bir projeye destek vermek isteyecek diğer gönüllülerden ve sivil toplum örgütlerinden oluşturulacak bir “insani yardım” ekibi olarak bölgeye gitmeye ve orada verilecek her türlü görevin altına gönüllü olarak girmeye hazırız. Yardım malzemelerinin dağıtımından, enkaz altında kalanların kurtarılmasına, acil tıbbi yardımdan, savaş koşullarında eğitim projelerinin sürdürülmesine kadar ne gerekirse yapabileceğimizi bu basın duyurusu ile bütün milletimizle paylaşmak istiyoruz.
AKUT ailesi olarak, Devletimizin bu son derece zorlu karar sürecinde, sivil toplum örgütlerinden oluşturulacak “insani yardım” ağırlıklı bir gönüllü gücünün de, muharip birlikler yollamak yerine bir seçenek olarak değerlendirilmesini rica ediyoruz.
Ulusal konulardaki son basın duyurumuzu ise Diyarbakır’da düzenlenen “Birlik ve Kardeşlik” mitingine katılacağımızı ilan etmek için yaptık. Aşağıda Diyarbakır’daki mitingde yaptığım konuşmanın metnini bulabilirsiniz.
DİYARBAKIR BİRLİK VE KARDEŞLİK MİTİNGİ
Değerli Diyarbakırlılar ve yurdumuzun dört bir yanından, bütün dünyaya aramızdaki sarsılmaz birlik ve kardeşliği göstermek amacıyla gelen değerli yurttaşlar;
Bugün burada, bu çok önemli buluşmada AKUT ailesi olarak sizlerle birlikte olmaktan duyduğumuz heyecanı bilemiyorum sizlere tam olarak ifade edebilecek miyim.
14 Nisan 2007 tarihinde Ankara’da başlayan ve ardından İstanbul ve İzmir’de devam eden Cumhuriyet mitinglerine, sorumluluk duygusu gelişmiş, toplumsal sorunlarımıza duyarlı, aktif ve dinamik bir sivil toplum kuruluşu olarak katılmış ve milyonlarca yurttaşımızla birlikte Cumhuriyetin kazanımlarına ve ATATÜRK ilke ve devrimlerine olan koşulsuz bağlılığımızı bir kez daha ifade etmiştik.
AKUT’un temel felsefesi ırk, dil, din, renk ayırımı yapmadan insana ve insanlığa hizmettir. Bu felsefeden yola çıkan AKUT, yurt içi ve yurt dışında katıldığı yüzlerce arama ve kurtarma görevinde 700’den fazla can kurtarmıştır. Hiç tanımadığı ve bir daha hiç görmeyeceği insanların hayatı için kendi canını tehlikeye atmaktan çekinmeyen fedakâr ve çalışkan gönüllüleri eliyle, 10 yılı aşkın bir süredir sürdürdüğü bu karşılıksız hizmet etme anlayışını, Cumhuriyetimizin temel ilkeleri üzerine, Atamızın bize gösterdiği yolda ilerleyerek inşa etmiştir.
Bugün de aynı düşünce ile, Anadolu coğrafyasındaki en az bin yıllık egemenliğimizin ana kaynağı olan birlik ve kardeşlik duygularımızın ön plana çıkarıldığı mitingimize 50 kadar AKUT gönüllüsü ile katılmış bulunmaktayız.
Değerli Diyarbakırlılar ve yurdumuzun dört bir yanından gelen değerli yurttaşlar, hepimiz bu heyecanlı havayı sizlerle birlikte soluyor olmaktan büyük gurur duyuyoruz.
Bizler daha ilkokul sıralarında okurken;
orda bir köy var uzakta
o köy bizim köyümüzdür
gezmesek de tozmasak da
o köy bizim köyümüzdür
dizeleriyle yetiştik, büyüdük, bugünlere geldik. Ülkemiz ve insanımız için 10 yılı aşkın bir süredir sürdürdüğümüz gönüllü hizmetlerimizde de hep bu dizelerdeki iyi niyetli, özverili, duyarlı ve en önemlisi ozanın dediği gibi; “bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine” yaşamayı temel felsefemiz olarak seçtik.
Ozanların dizelerinde dile gelen bu anlayış, Anadolu topraklarında binlerce yıldır çok kültürlü toplumların varlığını koruyan bir arada yaşama karakterini ve bunu sağlayan karşılıklı hoşgörüyü ifade eder.
Tarih defalarca göstermiştir ki, Anadolu toplumları ve insanları ancak birlikte olabilirlerse huzur, barış ve güven içerisinde yaşayabilirler, çünkü ancak birlikte varlıklarını sürdürürlerse aralarındaki iş ve güç birliğini sinerjiye, birlikte varolma kararlılıklarını yenilmez bir egemenliğe ve umut dolu bir geleceğe dönüştürebilirler. Biz yüzyıllardır bir arada huzur ve barış içinde yaşamayı başarmış ve çok kültürlülüğü birlikte yaşamamızın temel felsefesi olarak benimsemiş bir büyük milletiz.
En büyük gücümüz ve tüm dünyaya karşı en büyük rekabet avantajımız olan bu çok kültürlülüğümüzü bozmaya çalışanlar ne zaman birkaç adım mesafe kazanabildilerse, o zaman bu topraklar acı çekmiştir, Osmanlı İmparatorluğunun son yüzyılı bu tür kışkırtmalar ve kandırmalarla doludur, ve ne yazık ki acılarla da...
Aynı yapay ayrışmalara ve aynı iki yüzlü oyunlara bu kez izin vermemeliyiz ve vermeyeceğiz.
Bugün topraklarımız üzerinde yüz yıl önce de oynanan bu kirli oyunlar ne yazık ki yine sahneleniyor. Ancak bir kez daha, işte bu Cumhuriyet mitinglerinde ve bugün burada bu birlik ve kardeşlik mitinginde meydanları dolduran yüce gönüllü yurttaşlarımızın çelik iradesi, bir eşi daha olmayan fedakârlığı ve birlikte yaşama kararlılığı karşısında bozguna uğrayacaktır.
Bu meydanları dolduran varlığınız ve buradan bütün dünyaya verilen birlik ve kardeşlik mesajımız bütün bu sıkıntılarımızı çözecek milli iradeyi ortaya koymaktadır.
Anadolu toplumları ve insanları arasında ayrışmalar ve kopmalar başlarsa Anadolu’nun birlikte yaşayabilme genetiği bozulur. Bin yıllık Anadolu egemenliğimizin kaynağı olan bu karakterin yara alması, zayıflaması kimseye mutluluk getirmez, getiremez.
Tarihte, Anadolu’nun huzuru ve birlikte yaşama sevincini bozanlar her zaman ayrışmaları hedefleyen girişimler olmuştur. Ayrışma ve kopmalar bu topraklara yabancıdır, dışarıdan getirilmiştir ve Anadolu’daki yaşama karakterine uygun değildir. Tarihte bu girişimler hep acı ve hüzünlü trajediler ile sona ermiştir.
Bugün bu girişimlerin bir başka örneğini yaşadığımız ayrılıkçı-ırkçı terör de özü itibariyle bu topraklara yabancıdır. Biz cenk etmeyi, fethetmeyi, şehadet kültürünü iyi biliriz ama terör bizim kültürümüze son derece yabancı, sefil ve korkak, kirli bir silahtır.
Terör; aldığı bütün canlar, aziz şehitlerimiz, yarattığı bütün sosyal ve ekonomik kayıplar bir yana, aslında Anadolu’muzun en az 1000 yıllık genetiğini bozmaya çalışmaktadır ve bin yıllar içerisinde doğal gelişim sürecinde oluşmuş Anadolu’ya özgü çok kültürlülüğü ve bir arada yaşayabilme karakterini tehdit etmektedir. Selçuklu’yu, Osmanlı’yı, Türkiye Cumhuriyeti’ni yaşatan temel karakter olan birlikte yaşama kabiliyetimiz tehdit edilmektedir.
Dikkat etmemiz gereken asıl konu, dış güçler tarafından desteklenen terör belasının bizim genlerimizi değiştirmeye çalışması ve bizim kültürümüze ve yaşam biçimimize tamamen yabancı olan ayrılıkçı, bölücü ve yıkıcı bir anlayışı bu coğrafyada kurmaya çalışmasıdır.
Terör; bugün ne yazık ki bin yıllık birlikte yaşama karakterimizi bozmayı hedeflemektedir.
Değerli yurttaşlar, bize dışarıdan dayatılmaya çalışılan bu anlayışın bu coğrafyada tutunabilme şansı yoktur. Son 25-30 yılda kullanılan bu metot sadece geçici bir acı ve sıkıntı yaşatmaktadır ancak özü itibariyle buraya ait olmayan ayrılıkçı terörün Anadolu’nun doğasını değiştirmesi mümkün değildir.
Anadolu’da terörün başarı şansı yoktur, çünkü buraya ait değildir ve bizim özümüzde yoktur.
Terör oyunundan kısa vadede kazananlar olsa bile, bu süreçte taraf olan, destekleyen, içinde kalan herkes bir sonraki süreçte kaybedecektir.
Etnik milliyetçiliğe ve ayrılıkçılığa dayalı terörün en üzücü etkilerinden biri de Türkiye’de siyaseti ve toplumu da ayrıştırarak, siyaseti sadece milliyetçilik ekseni üzerinde yapılır hale getirmektir. Bu eksen siyaseti kolaylaştırmakta, siyaset, akıl ve bilgi ile yapılır olmaktan çıkmakta, insanların duygularının sömürüsü üzerine yapılmakta ve siyasetin kalitesi düşmektedir. Bu da Türkiye’nin biriken sorunlarının çözümünü geciktirerek Türkiye’ye en büyük kötülüğü yapmaktadır.
Terör yüzünden ülkenin gerçek kurtuluş yolu olan siyaset, kısır bir dar alan içerisine hapis olmakta ve ülkenin geleceği ile ilgili yeni ve yaratıcı hedefler, iddialı projeler, ilerici atılımlar yerini bu dar alandaki kısır - kalıp düşüncelere ve sloganlara bırakmaktadır. Bu süreçte de çözüm bekleyen sıkıntılar birikmekte ve çoğalmaktadır.
Terör sona ermelidir; Ancak tek başına bu kalıcı bir çözüm için yeterli değildir. Asıl önemli olan terörün varlığına olanak sağlayan koşullar ortadan kaldırılmalıdır. Her nerede olursa olsun Cumhuriyetin tüm vatandaşları aynı olanaklara, asgari refaha, yaşam koşullarına ve gelecek ümitlerine sahip olmalıdır. Bu sağlanmadan sadece terörü lanetlemek sorunu çözmemektedir ve çözemeyecektir.
Bugün buradaki varlığımızın, terörün yaşam alanı bulmasını sağlayan bu koşulların değişmesi anlayışını güçlendiren ve gelecekle ilgili umutlarımızı yeşerten bir sürecin başlangıcı olacağına inanıyorum.
Bugünden sonra Türkiye eskisi gibi olmayacaktır, çünkü Diyarbakır’ımızın ve yurdun dört bir yanından terörü durdurmak için gelen duyarlı yurttaşlarımızın bugün ortaya koyduğu ortak bilinç her türlü zorluğu aşacak kadar kudretlidir.
Bu coğrafyanın birlikte yaşama kültürünün aşamayacağı engel yoktur.
Fethedilemez denilen İstanbul’u atalarımıza fethettiren de, tarihte eşi görülmemiş galibiyetlerin sahiplerine “Çanakkale Geçilmez” dedirten de, Kurtuluş Savaşı’nı dünyanın en yenilmez orduları karşısında kazandıran da, yüzyılın en büyük kitlesel afetlerinden biri olan 17 Ağustos 1999 Gölcük Depremi’nin muazzam yıkıcı gücünün yaralarını kısa sürede sardıran da, bin yıllık birlikte yaşama kültürümüze dayalı milletimizin eşsiz duyarlılığı, çalışkanlığı ve fedakârlığıdır.
Bugünkü mesaj net ve açıktır; aynı duyarlılık, aynı çalışkanlık ve aynı fedakârlık terör karşısında da gösterilecektir. Bu meydandaki bayrakların tercümesi budur.
Terörden kurtulmanın ve yeniden birlik ve beraberlik içinde olmanın yegane güvencesi ise yine Anadolu insanının eşsiz karakteri olacaktır. Bu nedenle öncelikle özgün ortak bilincimize ve sağduyumuza güvenmeli, vicdanımızın sesini dinlemeli ve bize kalan 1000 yıllık birlikte yaşayabilme mirasımızı korumalı ve sahip çıkmalıyız. Bu ortak mirasımızın elimizden alınmasına, başka güçlerin çıkarları için kullanılmasına ve yok edilmesine hiçbir zaman izin vermemeliyiz.
Hele bunu, asla bizim kültürümüze ait olmayan terör gibi son derece ahlak dışı ve onursuz bir mücadele biçimiyle sağlamaya çalışanlara verilecek en güzel cevabı işte bugün burada vermiş bulunuyorsunuz.
Değerli Diyarbakırlılar; aklı hür, fikri hür, vicdanı hür yurttaşlar olarak sizlerin kararlılığı, özverisi ve ortak iradesi terörü topraklarımızdan kovacaktır.
Yurdumuzun dört bir yanından bu mitinge koşarak gelen değerli yurttaşlar; sizlerin varlığı bu coğrafyadaki kardeşlerimize motivasyon olacak, karşı karşıya olduğumuz bu sıkıntılı süreci elbirliği ile aşmamızı sağlayacaktır.
Bundan sonrasında ise, geçmişin hatalarından ders alarak, daha güzel, daha çağdaş, daha aydınlık, huzur, barış ve refah içerisinde, kaynakların eşit ve adil paylaşıldığı, fırsatların eşit olduğu bir Türkiye’nin inşası gerçekleştirilecektir.
Hep birlikte, birlik ve beraberlik içerisinde...
Birlik ve kardeşlik mitingimiz vatanımıza, milletimize hayırlı olsun.
Hepinizi sevgiyle kucaklıyorum.
AKUT geçmişte olduğu gibi gelecekte de, doğru ve gerekli olduğuna inandığı biçimiyle, ulusal konulardaki duruşunu kamuoyu ile paylaşacaktır.
AKUT’UN ALDIĞI BAĞIŞLAR
AKUT’a ve şahsıma yapılan saldırılara geçmeden önce, bu bölümde son olarak 10 yıldan fazladır sürdürdüğümüz gönüllü çalışmalarımızı ve kitabın bu bölümüne kadar bir kısmını sizlerle paylaştığım bu kadar şeyi, ne kadarlık bir bağış desteğiyle yaptığımızı da paylaşmak istiyorum. Bu konuda da bizi çok ama çok yaralayan birçok dedikodu ve iftira ile karşılaştığımızı bilmenizi isterim.
Sonuçta bunca yıldır AKUT’un yaptığı, yapmaya çalıştığı şey para işi değil, gönül işidir. Bize bu kadar düşmanlık yapanlar, hayatı bu kadar mekanik ve maddi görmek yerine, bizim fikirlerimizi ve ideallerimizi anlayabilselerdi, bu tür belden aşağı vuruşlarla veya taşra usulü ilkel ve kaba engelleme çabalarıyla bizi durduramayacaklarını da çözerlerdi. Ama tıpkı Mustafa Kemal’in Bandırma Vapuru ile Anadolu’ya geçerken, Kızkulesi açıklarında demirlemiş İstanbul’u işgal eden düşman zırhlılarının karşısında ifade ettiği gibi; Bunların bildikleri tek şey maddedir, sadece demire ve çeliğe inanırlar, ideal ve imanın gücünü anlamazlar.
Anlamadıkları için de kazanamazlar...
AKUT’u ilk kurduğumuz 1996 yılında ve takip eden yıllarda dışarıdan aldığımız maddi katkı hemen hemen sıfırdı. AKUT’un yaptığı bütün çalışmaları yıllarca kendi cep harçlıklarımızla ve kendi kazandığımız paralarla finanse ettik. Arama ve kurtarma görevlerine kendi arabalarımızla çıktık. AKUT’un görevlerini daha güvenli ve verimli yapabilelim diye o yıllarda AKUT’un lider kadrosunun çoğu binek arabalarını satıp cip, kamyonet gibi arabalar satın almıştı. 1997 yılında ben de dört çeker bir kamyonet almıştım. Acil durumlarda gerekir diye bir de araç telefonu satın almıştım arabamı değiştirdikten sonra. O yıllarda 522’li hatlar arazide diğer hatlardan daha iyi çekiyordu. AKUT’un katıldığı bütün arama ve kurtarma görevlerine kendi arabalarımızla gittik yıllarca. Bu durumun tek istisnası, 1997’de bir gönüllümüzün babasının çabalarıyla, TOFAŞ tarafından AKUT’un kullanımına verilen ikinci el bir Ducato minibüs olmuştu. TOFAŞ, 1999 Gölcük Depremi’nden sonra aracı bize bağışladı, o minibüsü bugün bile kullanıyoruz. Bu durum 17 Ağustos 1999 Gölcük Depremi’ne kadar da böyle devam etti.
1999 Gölcük Depremi’ne de kendi arabalarımızla gittik, hatta hatırlayacaksınız cep telefonları depreme bağlı hasarlar ve aşırı yüklenmeden çalışmadığı için, AKUT’un bölgede kaldığı bütün süreçte benim araba telefonum kullanılmıştı.
AKUT’un o kadar parası yoktu ama AKUT’luların gönlü o kadar genişti ki, gittiğimiz bütün arama kurtarma görevlerinde, AKUT’a sağdan soldan bulabildiğimiz birtakım malzemelerin dışında, kendi dağcılık malzemelerimizi, kendi arabalarımızı, kendi kıyafetlerimizi kullanıyorduk. O yüzden ilk yıllarımızda hepimiz farklı renklerdeki kendi dağcı kıyafetlerimizle yansıdık fotoğraflara. Bütün görevlere kendi araçlarımızla ve yakıt masrafını da kendi aramızda bölüşerek gittik. AKUT’un malzemelerini koyacak AKUT’a ait bir yerimiz olmadığı için malzemelerimiz yıllarca benim evimin alt katında durdu. Operasyonlara, tatbikatlara gidiş gelişler benim evimden malzemeler alınarak başlardı. 17 Ağustos 1999 Gölcük Depremi’ne bile giderken arkadaşlar sabahın o erken saatlerinde babamı kaldırıp evden malzelemelerimizi alarak Avcılar’a gittiler. Çoğumuzun malzemesi kayboldu, yırtıldı, zarar gördü doğal olarak. Ama bundan hiçbirimiz ne gocunduk, ne şikâyet ettik, ne de aramızda bir konuşması oldu. Kimde ne varsa ortaya koyuyordu ve elbirliğiyle, gidip her ne ise o acil durum çözmeye çalışıyorduk. Çünkü biz can kurtarmanın kutsallığını çoktan kavramıştık.
Yeri gelmişken o günlerin acılarıyla pek paylaşamadığım bir konuyu da size aktarmak isterim. Gölcük Depremi yaşandığı sırada AKUT’un kurucularından Memo (Memet Tanrısever) ve ben yurt dışındaydık. Memo’yu Japon dış işlerinin uluslararası işbirliği kurumu olan JICA’nın düzenlediği kurtarma ve ilkyardım temalı 3 ay sürecek bir eğitim programı için Japonya’ya yollamıştık. 1998 Adana Ceyhan depreminde yaptığımız başarılı çalışmalar ve bize her zaman büyük bir sempati ile yaklaşan Başbakanımız Sayın Bülent Ecevit’in desteğiyle, Devlet Planlama Teşkilatı bu proje için Türkiye’den tek katılımcı hakkını bizim için kullanmıştı. Deprem’den bir hafta kadar önce ben de bir grup denizci dostumla birlikte yelkenli tekne ile Mısır’a doğru denize açılmıştım. Depremin yaşandığı saatlerde Port Said limanına girmiştik. Günlerdir açık denizde olduğumuz için doğal olarak telefon çekmiyordu. Limana girince telefonlarımızı açtık ve gelen mesajlardan acı haberi aldık. Sadece büyük bir deprem olduğu ancak etkisinin ne olduğu sabah saatlerinde bilinmiyordu doğal olarak. AKUT’taki arkadaşlarım sarsıntının büyüklüğünden ve Avcılar’da yıkılan binalardan bahsediyordu. Yurt dışında olunca ve eliniz kolunuz bir yere ulaşamayınca insan çok çaresiz hissediyor kendisini. Hemen o saatlerde ulaşabildiğimiz herkesi arayıp durumu anlamaya çalıştık. Telefonlar aşırı yığılmadan dolayı sağlıklı çalışmıyormuş Türkiye’de, ancak ben yurt dışından aradığım için hatlar daha müsaitti. Hatta ilk saatlerde AKUT’taki arkadaşlarım arasında Mısır’dan bir iletişim köprüsü bile oluşturmuştum. İlerleyen saatlerde durum biraz daha belirginleşti ve olayın büyük bir yıkıma yol açmış olabileceğini düşünmeye başladık, ancak hâlâ sadece İstanbul’la sınırlıydı bilgimiz. Yine de Memo da, ben de hemen İstanbul’a dönmeye ve insanımızın yardımına koşmaya karar verdik. Öğle saatlerinde Port Said limanında demirlemiş teknemizden ayrılıp Kahire’ye bir taksiyle gittim ve bulabildiğim ilk uçağa atlayıp aynı gün akşamüstü İstanbul’a vardım ve evime de gitmeden havaalanından doğruca Avcılar’a gittim ve üzerime geçirdiğim AKUT t-shirt’üyle arkadaşlarımın arasına karıştım. Eğitimini yarıda kesen Memo da 3. günün sabahı vardı İstanbul’a ve doğruca deprem bölgesine gitti.
Sonrasını biliyorsunuz...
İlk yıllarda AKUT’un bütün maddi yükünü AKUT’un lider kadrosu ve onlara inanan yakın çevreleri çekti. Bu süreçte bize ama az ama çok destek veren kuruluşlar toplasanız 15 tane bile değildi. O zamanki genel sekreterimiz Nevzat Çetin’in ofisinde toplandık yıllarca; faxını, telefonunu, fotokopi makinasını kullandık. Dr. Feridun Çelikmen’in büyük özverisi ve çalıştığı hastane International Hospital’ın o yıllarda AKUT’a verdiği destek unutulacak gibi değildir. AKUT’a malzeme satın alana kadar yıllarca Memo’nun (Memet Tanrısever) teknik malzemelerini kullandık ve kişisel çabalarıyla öğrendiği arama kurtarma bilgileriyle ekibimize verdiği eğitimlerle arazide koşturduk. 1999 Gölcük Depremi’nde ne yapmamız ve nasıl yapmamız gerektiğini bu kadar iyi bilmemizin önemli sebeplerinden biri de Memo’nun eğitim konularındaki özverili çabalarıdır.
17 Ağustos 1999 Gölcük Depremi’ne kadar da bu durum böyle devam etti. Hatta Gölcük Depremi sabahı AKUT’un kasasında sadece 7 usd karşılığı bir para ve bana da 3400 usd borcu vardı. O günlerde AKUT’un çok ihtiyacı olan yeni satın aldığımız teknik malzemelerin parasını, ne zaman ve nasıl geri geleceğini de düşünmeden ben ödemiştim. Ancak deprem sonrası AKUT’a yapılan bağışlar sayesinde bu para bana geri ödendi.
Sonuçta biz AKUT’u vatanımıza, milletimize hizmet için kurduk. Bu hizmet sadece el emeği, bedensel çaba değil, maddi manevi bütün varlığımızı adamayı gerektirecek kadar büyük bir davaydı. Ne yazık ki 17 Ağustos 1999 sabahı, bütün Türkiye bizim yıllar önce kavradığımız gerçeği çok acı bir deneyimle birlikte yaşayarak öğrenmek zorunda kalacaktı.
Şimdi de sizlere AKUT’a bugüne dek yapılan bağışlardan bahsetmek istiyorum. Bu bağışların her biri makbuz numarasıyla birlikte web sayfamız olan www.akut.org.tr adresinde de, açık ve şeffaf bir şekilde web sayfamızı açtığımız günlerden beridir ilan edilmektedir.
Bize karşı o kadar ciddi kampanyalar ve anti propagandalar yapıldı ki, 2001 ve 2002 yıllarında AKUT’a yapılan bağışlar neredeyse sıfıra inecekti. O süreci de, 1999 yılında gelen parayı çok idareli ve dikkatli kullanmamız sayesinde atlatabildik. Aslında gelecekte bu tür bir şeyin başımıza gelebileceğini hiç öngörmemiştik ama zaten tutumlu ve milletimizin parasını, kendi aramızdaki deyişimizle Ayşe teyzenin, Mehmet amcanın parasını, kendi paramızdan daha iyi koruduğumuz için o yılları da atlatmayı başardık.
Aşağıda sizlere AKUT’un bugüne dek aldığı bütün bağışların bir dökümünü göstermek istiyorum. 2007 yılı henüz bitmediği halde yine de 15 Ağustos 2007 tarihine kadar gelen bağışları sizle paylaşmak istiyorum; 142.474,17 YTL.
1996-1997 yıllarında hiç bağış almadık, 1998 yılında ise YTL olarak bakacak olursak 2.678 YTL bağış aldık. AKUT’un gerçek anlamda bağış almaya başlaması 1999 Gölcük Depremi sonrasında olmuştu. Bu rakamlardan da anlaşılacağı gibi 1999 Depremi de dahil olmak üzere, o tarihe dek AKUT’un bütün masraflarını AKUT’un gönüllüleri üstlenmişti.
Bu arada her zaman şeffaflığı ve açıklığı savunan ve Dernekler Kanunu’na göre gerekli bütün evraklarını eksiksiz hazır tutan AKUT, herhangi bir yükümlülüğü olmamasına rağmen, her yıl bütün hesaplarını ayrıca bağımsız bir denetçiye de denetletmiştir. Aşağıdaki listede o yılki bağışlarımızı denetleyen yetkili denetçilerin de adını bulabilirsiniz.
1999 YILI |
|
|
432.134,20 YTL |
1- Üye Aidatları |
|
145,00 YTL |
|
2- Bağışlar |
|
432.134,20 YTL |
|
|
Şahıs + Kurum Bağışları |
432.134,20 YTL |
|
Denetleyen; ERDİKLER-ERATARLAR YEMİNLİ MALİ MÜŞAVİRLİK AŞ |
2000 YILI |
|
|
118.422,71 YTL |
1- Üye Aidatları |
|
108,00 YTL |
|
2- Bağışlar |
|
118.314,71 YTL |
|
|
Şahıs Bağışları |
6.677,64 YTL |
|
|
Kurum Bağışları |
86.862,07 YTL |
|
|
Devlet Bağışları |
24.775,00 YTL |
|
3- Yurt dışı Bağışları |
|
8.336,22 YTL |
|
Denetleyen; S.M.M.M. EROL ÇELEN |
2001 YILI |
|
|
46.886,77 YTL |
1- Üye Aidatları |
|
598,80 YTL |
|
2- Bağışlar |
|
46.287,97 YTL |
|
|
Şahıs Bağışları |
765,55 YTL |
|
|
Kurum Bağışları |
45.522,42 YTL |
|
|
Devlet Bağışları |
0,00 YTL |
|
3- Yurt dışı Bağışları |
|
0,00 YTL |
|
Denetleyen; S.M.M.M. EROL ÇELEN |
2002 YILI |
|
|
23.060,94 YTL |
1- Üye Aidatları |
|
828,00 YTL |
|
2- Bağışlar |
|
20.858,00 YTL |
|
|
Şahıs Bağışları |
1.177,00 YTL |
|
|
Kurum Bağışları |
19.680,99 YTL |
|
|
Devlet Bağışları |
0,00 YTL |
|
3- Yurt dışı Bağışları |
|
1.374,94 YTL |
|
Denetleyen; S.M.M.M. EROL ÇELEN |
2003 YILI |
|
|
112.241,27 YTL |
1- Üye Aidatları |
|
1.577,20 YTL |
|
2- Bağışlar |
|
85.341,13 YTL |
|
|
Şahıs + Kurum Bağışları |
69.203,64 YTL |
|
|
Devlet Bağışları |
16.137,50 YTL |
|
3- Yurt dışı Bağışları |
|
25.322,94 YTL |
|
Denetleyen; S.M.M.M. EROL ÇELEN |
2004 YILI |
|
|
223.871,79 YTL |
1- Üye Aidatları |
|
1.446.80 YTL |
|
2- Yurtiçi Bağışlar |
|
165.153.87 YTL |
|
|
Özel Sektör Bağışları |
57.934,74 YTL |
|
|
SMS Bağışları |
101.795,00 YTL |
|
|
Kumbara Bağışları |
5.424,13 YTL |
|
3- Yurt dışı Bağışları |
|
57.271.12 YTL |
|
Denetleyen; S.M.M.M. EROL ÇELEN |
2005 YILI |
|
|
218.898,87 YTL |
1- Üye Aidatları |
|
1.609.20.-YTL |
|
2- Yurtiçi Sponsorluk Bağışlar |
|
217.289.67.-YTL |
|
|
Ayni Sponsorluk Bağışları |
3.542.58.-YTL |
|
|
Nakdi Sponsorluk Bağışları |
109.000.34.-YTL |
|
|
WEB POS Kampanya Bağışları |
1.225.00.-YTL |
|
|
Geleceğe Destek Kampanya Bağ. |
1.156.00.-YTL |
|
|
SMS Kampanya Bağışları |
75.015.00.-YTL |
|
|
Kumbara Kampanya Bağışları |
27.350.75.-YTL |
|
Denetleyen; S.M.M.M. CEYHUN GÜLŞEN |
2006 YILI |
|
|
310.214,71 YTL |
1- Üye Aidatları |
|
1.610.00.-YTL |
|
2- Yurtiçi Sponsorluk Bağışlar |
|
308.604.71.-YTL |
|
|
Ayni Sponsorluk Bağışları |
45.785.58.-YTL |
|
|
Nakdi Sponsorluk Bağışları |
213.846.12.-YTL |
|
|
WEB POS Kampanya Bağışları |
270.00.-YTL |
|
|
SMS Kampanya Bağışları |
22.060.00.-YTL |
|
|
Kumbara Kampanya Bağışları |
26.643.01.-YTL |
|
Denetleyen; S.M.M.M. CEYHUN GÜLŞEN |
Yukarıdaki tablodan açıkça anlaşılacağı gibi, 1999 yılında bizi Türkiye’nin en güvenilir kurumlarının başına yerleştiren halkımız bağışlarıyla da bunu destekledi. Ancak 2000 yılında dozu artan karalama kampanyaları 2001 ve 2002 yılında bize yapılan bağışları ciddi şekilde düşürdü. 2003 yılı ile birlikte, her şeye rağmen sessiz sedasız sürdürdüğümüz çalışmalarımız ve istikrarımız sayesinde AKUT’a yapılan bağışlar yeniden yavaş da olsa artmaya başladı. 2004 ve 2005 yıllarında yeni bir proje olarak başlattığımız SMS kampanyamızın da, yani faturalı GSM operatörlerinden 2930’a AKUT yazılı bir mesaj yollayarak 5’er YTL bağış yapan duyarlı vatandaşlarımız sayesinde AKUT biraz daha rahatladı. 2006 yılında anlaşılmaz bir şekilde RTÜK’ün AKUT’un SMS kampanyasını televizyonlarda yayınlatmama kararı ile ne yazık ki SMS’lerden gelen bağışlar ciddi şekilde düştü. Yine 2006 yılında LEVI STRAUSS Vakfı, birlikte yaptığımız bir proje karşılığında 55.000 usd (82.282,50 YTL) bağış yaptı AKUT’a, ki 2006 yılı bağışlarını yükselten kalem de aslında bu oldu. 2006 yılında görkemli bir gece ile 10. yılını kutlayan ve kalıcılığını ispat eden AKUT’a halkımız 10. yılımız vesilesi ile artan bir yakınlık gösterdi. Bütün karalama kampanyalarına rağmen doğru bildiği yoldan ayrılmayan AKUT’a yapılan destekler artmaya başladı.
Yine yeri gelmişken bizi rahatsız eden bir konuyu da sizle paylaşmak istiyorum. AKUT son derece kısıtlı imkânlarla bugüne dek gerçekleştirdiği bu kadar çalışmanın yanı sıra bir de otomobil vergisi diye devlete toplamda 79.527,90 YTL ödemiş bir kurumdur. Bu bizi çok zorlayan konuyu Maliye Bakanımız sayın Kemal Unakıtan’la 3 defa karşılıklı görüştüğüm ve çözüleceği yönünde söz aldığım halde bir sonuç alamadık henüz. Kuruş kuruş halkımızdan topladığımız bağışları üstüste koyup otomobil vergisi olarak ödemek bize çok ağır geliyor. Sonuçta biz bu araçlarla gelir getirici veya keyfi bir hareket yapmıyoruz ki, kamu yararına olan çalışmalarımızı sürdürmeye çalışıyoruz.
TÜM YILLARA AİT AKUT’UN ÖDEDİĞİ TAŞIT VERGİLERİ
DÖNEMİ |
TUTARI |
2000 |
3,389.14 YTL |
2001 |
6,200.81 YTL |
2002 |
9,120.03 YTL |
2003 |
27,484.95 YTL |
2004 |
3,306.70 YTL |
2005 |
8,911.00 YTL |
2006 |
10,176.27 YTL |
2007 |
10,939.00 YTL |
TOPLAM |
79,527.90 YTL |
Elbette ki kanunlara % 100 saygılı bir STK olarak, kendimize bir ayrıcalık istemiyoruz, ama en azından araç vergilerinin bizim zorlukla topladığımız bağışlardan ödenmesi yerine sadece bu konu için bize aktarılacak başka bir kaynaktan karşılanmasını istiyoruz. Maliye Bakanımızdan istediğim de buydu açıkçası. Büyük özverimize rağmen her araç vergilerini ödeme dönemi, kumbaralardan 0.5 YTL, 1 YTL’leri toplayıp vergi borcumuzu denkleştirmeye çalışmak bize ağır geliyor. (Ek: 39)
Kitabımın buraya kadar olan kısmında, henüz AKUT’a özellikle 2000 yılıyla birlikte artan engelleme, karalama, kamuoyu önünde saygınlığını küçük düşürme, hatta finans kaynaklarını kesme çalışmalarından bahsetmediğim için, 2005 yılı sonlarında acil durum yönetimi konularında neden eğitim, denetleme ve danışmanlık hizmetlerine girdiğimiz konusuna da değinmek istiyorum.
Biz AKUT’a gönül vermiş ve gönüllülüğü, karşılıksız yardımı hayatının merkezine oturtmuş ama bin türlü engelle boğuşmaktan bıkmış, kendini bu tür konularda yıllar içerisinde geliştirmiş genç insanlar olarak, biricik AKUT’umuzu ayakta tutup vatanımıza, milletimize karşılıksız götürdüğümüz hizmetlerin devamını sağlayabilmek için bir gün bir karar verdik, vermek zorunda kaldık. Madem hayatımızı zorlaştırmak için, çalışmalarımızı engellemek için her türlü iftirayı atıp, karalama kampanyaları yapıp, hatta kamuoyuna ulaşmamızı bile engelleyip derneğimize bağış yapılmasını kesmek istiyorlar, o zaman biz de kendi finans kaynaklarımızı kendimiz yaratırız dedik.
Nitekim bu amaçla bir iktisadi işletme kurduk ve bütün bu tür çalışmaları bu havuzda topladık. Bu sayede bir yandan AKUT’un bilgi birikimini ticaret odaları, sanayi odaları, tekstil, çimento, bankacılık gibi büyük sektörlerle paylaşırken, bir yandan da AKUT’a gönül vermiş eğitmen olarak yetişmiş arkadaşlarımızın bu yapıdan geçimlerini sağlama, hem de AKUT’a maddi anlamda destek sağlama imkânı bulduk.
Yani biz hem gönüllüğümüzü, hem de bazılarımız profesyonel işimizi AKUT’u yaşatacak şekilde tasarladık, tasarlamak zorunda kaldık.
Bu süreçte dünya da bizi yavaş yavaş tanımaya başladı. 1981 yılından bu yana dünyanın 60’tan fazla ülkesinde, 1800 civarında sivil girişimciyi destekleyen ve Türkiye’de etkin çalışan ASHOKA adlı sivil girişimci destekleme programı, AKUT’ta yaptığım çalışmalar nedeniyle beni de programa dahil etmeye karar verdi. (Ek: 40) Karşılıksız bir burs gibi düşünülebilecek olan bu program çerçevesinde, AKUT’taki çalışmalarımı daha rahat sürdürebilmeme destek vermek amacıyla 3 yıl boyunca her ay yaklaşık 900 usd gibi bir parayı benim adıma yatırdılar. Bu para bizim anlayışımıza göre AKUT’un, AKUT’luların hakkıdır ve ben hak etmediğim hiçbir şeyi kabul edemem. 33.000 dolar civarındaki bu parayı da olduğu gibi AKUT’a bağışladım ve AKUT’un ihtiyaçları için kullanılmak üzere 7 Yönetim Kurulu üyesinin onayıyla kullanılmak üzere bir sistem kurduk.
Dünya bizi ilgi ve takdirle izlerken, bu kadar ağır ve zor bir konuda özgün olan modelimizi %100 gönüllülükle yıllardır nasıl ayakta tutarak sürekli geliştirdiğimizi anlamaya çalışırken, içeride başka hesaplar başlamıştı bile...
|
|
|
|
|
Toplam Ekip Sayımız
18
Arama Kurtarma Görevleri
2009: 17
Toplam: 526
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Bugün 23 ziyaretçi (27 klik) kişi burdaydı!
|
|
|
|
|
|
|
|